Can Emre
KİTAP
SEVDA KUŞUN KANADINDA
İçindekiler
01-Rüya Gibi
02-Yalnızlık Derin Bir Yara
03-Prekarya’ya Doğru
04-Evrim
05-Kapattık
06-Sevda Kuşun Kanadında
07-Adam
08-PatriyarkaYıkılmaıkça
09-Kuş Gibi
10-Atanamayanlar
11-Tacizin Resmini Çizermisin Abidin
12-Yıldızlar Karışmış
13-Karantina Günleri
14-Bize Rüyalarımızda Rüya Satmayın
15-Sardalya Konservesi
16-Kadının Adı Yok
17-Karanlık Geceden Zifiri Aydınlığa
18-Çoban Köpeği Minik
19-Sokak Hayvanlarına Yardım Etmezler Oy Hakları Yoktur
20-Ayakta Uyuyanlar Uyutanlar
21-Kadın Cinayetlerini Durduracağız Ama Nasıl
22-Özgürlük
23-Demokraside Demokrasi Aramak
24-Nasıl Değiştirildik
25-Urgan
26-Kuzey Kutbu Yanacak
27-Bandak ve Kapıdağ Turu
28-Kaz Dağları
29-Karda Çocuklar Gibiydik
30-O Bir Anne
Başlarken;
SEVDA KUŞUN KANADINDA
“İhtirasla Sev, Tutkulu Yaşa, Onurlu Hayat Sür”
Söz uçar yazı kalır misali canemregundem.com’ da yazdığım, bana göre özel ve hayata dair
yazılarımı, ‘Sevda Kuşun Kanadında’ ismini verdiğim bu ilk kitabımda bir araya getirerek,
sizlerin beğenisine sunuyorum. Amacım tarihe not düşmek. Devamı da gelecektir. İsmini, ne koysam diye çok düşündüm. Malum, iki yıldır Corona ile hayatlarımız alt üst oldu. O günlerde yazdığım; ‘Sevda Bir Kuşun Kanadında Corona Günlerinde Aşk’ yazısı ile birlikte,
insan ve güvercinin karşılıksız aşkını yazarak yayınlamıştım. Çok güzel geri dönüşler aldım.
Ürkek, korkak ve narin bir güvercin ile Corona günlerinde, evlere hapsolmuş hayatların
kesişmesiydi. Hayatımızda öyle geçmiyor mu? O nedenle bu ilk kitabımın ismi ‘Sevda Kuşun
Kanadında’ diyerek yola çıktım. Hayat denilen kavram, çok farklı bir şekilde devam ediyor. Ancak bazı şeylerin önüne geçilmiyor. Kader dediğimiz yazgı, aslında insanın çizdiği bir yol. Acı ve tatlı ne varsa, hayatın akışı içinde yaşanıyor. Hayat; her zaman umulduğu gibi gitmiyor. Belki de yıldızlar karışıyor. İneceğin gezegen belki burası değil ama yine de hayat; kimi zaman azgın bir nehir gibi önüne kattığını sürüklüyor, darmadağın ediyor. Kimi zamanda, imbikten süzülen nadide bir şarap gibi tortusuz, pırıl pırıl bir hayat bize sunuluyor. Kader, kimisine nazik davranmıyor. Hayat ise herkese eşit yazılmıyor.
Hangisi çıkarsa bahtına artık! O nedenle; insanlara kanatlarıyla uçmayı öğretmek gerek bazen. Ya da; rüzgarlara kapılmadan, kuş misali gökte süzülmeye. ‘Sevda Kuşun Kanadında’ yaşanan duyguların, süreçlerin ve olayların, kağıda yansıması. Düşünen insanın aynası olarak, ortaya çıktı. Hayat, bazen durgun bazen dalgalı bir deniz, bazen de şiddetli yağmurlardan sonra dağlardan koparak gelen, azgın bir nehir gibidir. Kader, aslında bilerek ya da bilmeyerek, kendimizin çizdiği bir yoldur. Yaşam, dünyaya geldiğimiz andan itibaren, içinde çeşitli oyunlar olan bir tiyatrodur. Zaman, kaybedilemeyecek kadar değerli bir hazinedir. Dost; en güvendiğindir. Aile; hazinedir. Dünya; canlı kavramı içinde diğer insanlarla paylaştığımız değerli bir tarladır.
O nedenle; elimizdekilerin farkında olup, insanca, hakça, kardeşçe yaşamak yaşadığımız bu
dünya da, en önemli hazineyi paylaşmaktır. Demokrasi, özgürlük, kardeşlik, eşitlik talep
ediyorsak, önce bu normları bizim sağlamamız ve uygulamamız gerekir. Adil miyiz? Demokrat mıyız? Paylaşımcı mıyız? Evet, ise sorun yok. O nedenle; Hayatın akışı içinde, benim de içinde bulunduğum birçok sosyal sorumluluk projelerinde, amasız, çıkarsız, karşılıksız, çalıştım. Burada; kalpleri evlatları için atan, sokak hayvanları için çalışan, ya da kız çocuklarımız ve mağdur ailelere, gelecek adına proje üreten birçok güzel
insan tanıdım. Güzel anlar yaşadım.
Mesela; özel çocuklarımız için çalışan, Engelime Renk Ver Derneği gibi çocukları için hiçbir
fedakarlıktan kaçınmayan, yedi yirmi dört onların gelişmesi için mücadele eden anne ve
babalar, aileler. Yine kadınlarımıza ve kızlarımıza sahip çıkarak; her daim yardım eden insanlara, annelere, babalara ve ailelere. Sokak hayvanlarına yardım eden onları koruyan, sevgili dostlara.
Ayrıca, bu gün yaşadığımız ekonomik ve sosyal türbülansta; iyi birer evlat yetiştirmek için
adeta yemeden, içmeden, onların iyi birer eğitim alması için uğraşan, didinen, evlatları için
yürekleri çarpan, fedakar anne, baba, abi, kardeş ve tüm ailelere. Şehrinin güzelliği için çalışan, fedakar insanlara ve kalpleri, bir güvercinin kalbi gibi atan tüm insanlara, dostlara. Ve tabiki en önemlisi; beni destekleyen aileme armağan olsun.
Hepinizi seviyorum.
Dünya evimizdir. Evimizde huzur, güven, mutluluk ile yaşamak, en doğal isteğimiz ve arzumuzdur. Kalbi merhametle, sevgiyle, aşkla atan tüm insanlara, kucak dolusu sevgilerimle. Sevda kuşun kanadındadır. Ürkütürsen tutamazsın…
Sevgiyle kalın.
Saygılarımla…
Can Emre
*
HAYATLA BAZEN BAŞA ÇIKAMAZSIN
Hayat imbikten süzülen
Geriye tortusu kalan
Şarap gibidir
Yıllandıkça değerlenir
Ya da
Olgunlaşmadan açılan sarnıç gibi
Bozuluverir birden
*
Geç açtığında ise
İşte o zaman yıllar senden alıp götürür
Bilemezsin belki geçtir belki erken
*
Ne sevdalar ne hüzünler ne sevgiler
Fazla kalırsa mahzende
Bil ki onlarda bozulur
Bilemezsin belki geçtir belki erken
Ne getirir ne götürür
Hayatla bazen başa çıkamazsın
*
İşte bin o zaman kayığa al heybeni yanına
Küreğin kırılana kadar mücadele et
Dalgalar seni götürürse
Bilmediğin ama merak ettiğin yerlere
Bırak ruhunu kır zincirlerini
Denize martılara ve maviliklere kucak aç
Çünkü hayatla baş edemezsin
*
Belki şiddetli bir rüzgar
Ya da ılık bir meltem
Ama açılmadan bilinmez bilemezsin ki
İyi kötü güzel çirkin
Belki de sonu mutlu
*
Atla kayığa
Kır kürekleri
Ve rüzgarın seni bırakacağı yere
Usul usul yelken aç
Belki vaktidir şimdi
*
Ya ulaşamazsan kırık kürekle
O zaman geri dönüş yok
Rüzgar seni hangi kıyıya vurursa
Ya bitkin ya da mutlu
Kal bulunduğun limanda
Hayatın sana oynayacağı oyunu merak et
*
Son perde de
Neredesin
Bir bak
Ya da sana ne rol verilmiş
Kır zincirlerini karar ver
Ya da daha ileriye gitmek için
Yeni bir rüzgarın çıkmasını bekle
*
Yak bir sigara limanda
Yeni bir rüzgar çıkana kadar
Sabahla
Akşamla
*
Bekle hayatın yeni oyununu
Ya da sen çiz yolunu
Rüzgar seni nereye götürürse
Bırak kendini ona
Çıkacak olan bir sonraki fırtınaya
Aç papatya falı bekle
*
Biliyorsun hayatla baş edemezsin
O senden önce davranır hep
Korkma hayatla baş edemezsin ama
Sen hayata değil hayat uysun sana
*
Ama önce kır zincirlerini
Hayat yaşadığın dünya değil
Kalbinin derinliklerinden gelen sestir
***
RÜYA GİBİ
Volkan; üniversitenin basketbol idmanı için salona girdiğinde, yine okulun kadın voleybol
takımı idmanı da bitmek üzereydi ki; soyunma odasına doğru yöneldiğinde başına sert bir
smaç alıyor, bunun etkisiyle burnu şiddetli bir şekilde kanamaya başladığında, neye uğradığını şaşırıyordu. Üstelik üstü başı da, kan içinde kalıyordu. Özür dilerim, özür dilerim.
İsteyerek olmadı, iyi misiniz? Derken, takımın masörü de hızlıca Volkan’a ilk müdahaleyi yaparak, antrenörleri her ikisini de bir arabaya bindirip, hastaneye gönderiyorlardı. Hastane yolunda, arabanın içinde burnunda tamponlar, korku ve telaş içinde tanıştılar.
Ben Merve dedi.
Bende Volkan.
Suçluluk duygusuyla hastaneye gidene kadar Merve, Volkan’ın elini hiç bırakmadı. İçeri
girerek, acil serviste ilk müdahalenin ardından yapılan tetkiklerde, herhangi bir sorun
olmadığı, ancak burnundaki tamponların 3-4 saat sonra çıkartılabileceği söylenerek; Merve
Volkan’ın elinden tutarak hastaneden çıkarken, çok geçmiş olsun Volkan. Beni affetmen için
sana kahve söyleyeyim diyerek, onu kahve içmeye davet etti. Kabul etti Volkan.
Evet, olabilir…
Ne olduysa ondan sonra oldu. Bu arada gökyüzündeki bulutlar, şimşeğe dönüşmek ve dünyaya inmek için son hazırlıklarını yaparken, asıl şimşek Merve ve Volkan’ın ellerini tutarak hastaneden çıkıp, kahve içecekleri mekana gidene kadar nedendir bilinmez, yürekler yağmur olup, kalpleri sulara karışarak bilmedikleri akıntıya, hızlıca yol alıyorlardı. Hem de çok hızlı bir akıntıya. Kahvelerini yudumlarken bile, yürekleri akıntıya karşı gelemiyor azgın dalgalar önüne ne kattıysa götürüyordu. Volkan’dan Merve’ye, yine Merve’den Volkan’ geçen elektrik akımı, neredeyse bir şehri aydınlatacak güçteydi. Odun ateşinde pişmek için fırına atılan, köy ekmeği gibiydiler. Ekşi mayalı. Fırının içerisi, çıtır çıtır yanıyordu. Alevler tuğla duvarları yakarak ilerliyordu. Ne olduklarını, her ikisi de anlamıyordu! Ne oluyordu? Olan olmuştu! Fırın, en yüksek derecede yanıyordu artık. Ve ekmek pişmek üzereydi. Her ikisi de şaşkındı. Volkan ve Merve aynı üniversitenin, farklı bölümlerinde okuyan yine spor tutkuları yüksek harika iki genç olarak, geleceğe adım atacak yaşta ve olgunlukta, iyi eğitimli bireylerdi.
Planlı bir hayatları, umutla ördükleri gelecek hayalleri, onları deneyimli birer genç yapmıştı. Ne istediklerini çok iyi bilen iki gençtiler. Ama kaderinde önüne geçilmiyordu. Onları karşılaştıran ise voleybol topu, hatta sert bir smaçtı. Belki de kaderlerinde bu yazıyordu!
Zaman su gibi akıp geçti. Dünya hem kendi etrafında, hem de güneş etrafında döngüsünü
tamamlayıp, mevsimler değişip etraf çiçeklerle bezendiğinde, iyi bir birliktelik sonrası evlilik
kararı alan iki genç artık evlilik yolunda ilerlerken, meslek hayatları başlamış aileleri de bu
mutluluğa onay vererek, birlikteliklerini evlilikle taçlandırmışlardı.
Aşkları; köy fırınının ekmekleri yaktığı gibi yakmış, harika bir ekşi mayalı köy ekmeği masaya konmuştu. Sıcacık, yumuşacık ve taptaze. Her ikisi de çok mutluydu. Sonunda yıllardır hayal ettikleri dünyalarının kapıları açılıyor, onlar da gelecek adına planlar yapıyordu. Gezmedikleri ve gitmedikleri yerlere gidecekler, hep birlikte sabah yürüyüşleri yapacak, eğlenecekler, gezecekler tozacaklar ve çocuklarını büyüteceklerdi. Harika bir evlilik ve harika bir plan yapmışlardı, gelecek adına.
Sen plan yaparken birileri de başka yerlerde, senin için başka başka, planlar yapar!
Aylar ayları kovaladı. Çok güzel günler ve zamanlar geçirdiler. Mutlulukları beraberlikleri ile
daha da artmıştı. Her şey çok güzel gidiyordu planladıkları gibi.
Bir gün; yemek sonrası uzandığı koltukta başının döndüğünü, midesinin bulandığını, gözlerin ise bir tuhaf gördüğünü Volkan’ a iyi olmadığını, onu hemen hastaneye götürmesini söyledi, Merve. Volkan şaşkın ve korkak bir söylemle; ne oldu tatlım. Yeni yemek yedik, bunun etkisi olmasın sakın Merve! Yok; bu seferki tuhaf bir şey. Kendimi iyi hissetmiyorum. Lütfen hastaneye gidelim. Hızlıca arabaya binerek hastanenin yolunu tutan Volkan ve Merve, acil servisten içeri girip doktora olanları anlatırken o anda Merve, küçük bir baygınlık geçirir. Telaş korku ve panik, acil servisi kaplar bir anda. Herkes şaşkınlık içindedir. İlk defa baygınlık geçirmiştir Merve. Ne oluyor derken? Tetkikler, kan sayımları, emar, ultrason… vs. Doktor sonuçlar için Merve ve Volkan’ı çağırdığında; müjde arkadaşlar Merve hanım hamile, sizde baba olacaksınız Volkan Bey dediğinde; Merve ve Volkan sevinçten havalara uçarken, geçmişteki gibi Merve Volkan’ ın elinden tutarak sevinç çığlıkları atıyordu.
Oley, oley, oley…
Doktor; her ikisinin de sevinçlerini yaşamasını bekledikten sonra Volkan’ a dönerek.
Biliyorsunuz emar çekildi; bunun sonuçları yarın çıkacak, telefon numaranızı verirseniz, buraya gelmenize gerek yok. Sizi arayarak bilgilendiririm, geçmiş olsun. Eve uçarak giden iki sevgili, Merve’nin hamile olduğu haberini ailelerine ve arkadaşlarına söylemeleri saniyeleri alıyor, tüm aile ve dostlar bu haberi halaylar çekerek kutluyorlardı. Neredeyse bu sevinç için bir havayi fişek, atılmadığı kalmıştı. Artık her ikisi rahat huzurlu ve mutluydu. Doktor nasıl olsa diğer sonuçları, telefondan söyleyecekti. Müjdeli haber ile eve mutlu ve heyecanlı bir şekilde geliyorlardı. Merve anne, Volkan ise baba olacaktı. Harika bir duyguydu bu. Ev panayır yeri gibiydi. Bütün aile bir aradaydı. Sabah olduğunda telefonları susmuyor, ailesi ve yakın çevresi bu güzel haberi aldığından itibaren, tebrik telefonlarına cevap vermekten adeta yorgun düşüyorlardı. Volkan ve Merve bu haber karşısında nasıl mutlu olduklarını, birbirlerine sarılarak kutluyorlardı. Sevinç ve mutluluktan uçuyorlardı adeta. Nasıl uçmasınlar ki! Ailelerine yeni bir fert katılacaktı. Aile büyüyecekti. Güzel günlerin başlangıcı, yeni bebek müjdesi ile taçlanacaktı. Her şey çok güzeldi ve güzel olacaktı. Aileler, arkadaşlar o kadar mutlu olmuşlardı ki bu habere, hepsi sevinç gözyaşları ve kahkahalar ile kutladılar bu müjdeyi. Ancak bu kutlama, öğleden sonra Volkan’ın telefonunun uzun uzun, ambulansın siren sesi gibi çalması ile kesilirken, telefonun ucundaki doktor sözünü bitirmeden daha Volkan, elindeki telefonu düşürüp gözyaşları sel olup derelere, oradan da denizlere karışarak, adeta okyanuslara ulaşıyordu.
Merve şaşkın dı! Ne oldu Volkan ne oldu? Volkan şoka girmiş ağlıyor ondan cevap alamadıkça; Ne oldu Volkan, söylesene dese de, Volkan kilitlenmiş bir şekilde konuşamıyordu… Ne diyecek ti? Sonunda Volkan; ağlarken ağzından, sadece şu kelimeler dökülüyordu; ‘Merve hastaymışsın, hem de çok hasta. 6 aylık ömrün kalmış’ dediğinde; evin içi adeta dağlardan kopup gelen çığ misali, başlarına yıkılıyordu. Bir tarafta hamile, diğer tarafta 6 aylık ömrü kalan bir kadın. Sevinç ve hüzün aynı anda. Nasıl olur? Çığ yetmiyor, yağmur suları sel olup önüne ne katarsa götürüyordu. Fırtınadan, yağmurdan evleri başına yıkılmıştı. Ne yapabilirler di ki? Plan yapmışlardı gelecek adına. Ama o planlar
şimdi mahvolmuştu! Onların planları, başka bir yerde başka birinin, planı ile bozulmuştu.
Hızlı bir şekilde tedavi süreci başladı. Yeni tetkikler, tedavi yöntemleri ve diğer tarafta bebek. Hem zaman, hem de hayat acımasızdı. Süreç ilerledikçe, karnındaki bebek ile beyninde birden bire ortaya çıkan kötü huylu ur, 'tümör' birlikte büyürler. Tek çare bu durumda, Merve’nin beyin ameliyatı olmasıydı.
Şansı da yüzde elli der, doktorlar. Yüze elli bebeğin, yüzde elli şans annenin yani Merve’nin dir. Süreç hızla akmakta zaman tüm engelleri aşarak, süreci kısaltmaktadır. Karar vermek, hem de en acilinden gereklidir. Artık karar verme zamanı gelmiştir. Anne ve bebek için. Çünkü bu süreçte; anne tehlikede, bebek tehlikede, aile tehlikede, kısaca aşkları tehlikededir. Daha gezecekleri, gidecekleri çok yer varken, bebeklerini iyi yetiştirip mutlu bir yaşam sürme planları bir anda, her ikisinin iki dudağı arasındadır. Ameliyat şarttır. Ama şansta yüzde elli dir. Yaşam ve bebek arasında kalan hayatlar! Umut ve umutsuzluk…
Merve; karnındaki bebeği için mutlaka, ameliyat olacağını söyler. Şanslar; yüzde elli olsa da. Sonuçta annedir. Anne olacaktır. Tereddütsüz ameliyat kararı verir Merve. Benden önce,
bebeğim gelir der. Onun için her yolu denerim. Canımı bile veririm. Uzun bir bekleyiş başlar, hastane koridorlarında. Sıkıntılı geçen saatler, geçmek bilmeyen zaman çaresizlik ve belirsizlik, Volkan’ın her yanını kerpetenin sıktığı gibi sıkar. Kaskatı vücudu,
yorgun beyni Merve ve doğacak çocuğunun durumunun belirsizliği, ameliyatın başarısızı ya da başarısızlığı düşündüğünde, adeta çıldıracak gibi olur. Elinden de başka bir şey gelmez. İçinden de; ‘kaderin önüne geçilmiyor, geçilmez’ der. Ameliyathanenin önündeki zemin karelerini tekrar tekrar sayar, Merve içeride hayat mücadelesi verirken. Kaç kez saydığını hatırlamaz bile. Ağzından 1755 rakamı duyulduğunda, ameliyathanenin kapısı yavaş yavaş açılır. Müebbet ceza almış mahkumun, üstüne kapanan kapının, yıllar sonra açılması gibi. Açılmaya açılmaya, pas tutmuş kapı adeta gıcırdayarak açılır. Ağır ağır, yavaş yavaş. Doktor maskesini çıkarır ve Volkan’ a dönerek. ‘Maalesef her ikisini de kaybettik’ sözleri ağzından çıktığında; Silah patladığında, ağaçlardaki kargaların silah sesinden korkarak, büyük bir gürültüyle gökyüzüne dağıldığı gibi Volkan’ da dağılır. Merve’nin, yıllar önce idmanda attığı smaç ile Volkan’ın yüzünün dağıldığı gibi. O anı hatırlar. Ağzı, yüzü ve burnu o gün kan çanağı olmuştu.
Bu gün aynı duyguları hisseder. Her yanı kan içinde, yüreği paramparça, beyni hiçbir şeyi
algılamaz. Her ikisi de yoktur artık. Sevdiği kadın ve doğacak evladı. Karısı; her riski göze alıp ameliyata girerken, şansını doğacak bebeği için kullansa da, Merve’ nin beyni ve kalbi buna dayanamayarak, açılan ameliyathane kapısından elveda sevgilim sözleri, rüzgarlarla birlikte kulağına yankılanır.
Elveda. Elveda. Elveda sevgilim…
Ne kadar, acı ve ne kadar, ıstırap dikenleri varsa vücuduna saplanır. Mutluluk gelecek planları, artık bir hastanenin ameliyathanesinin kapısı önünde son bulur. Volkan için artık zaman durmuştur. Hiçbir şey gelmez elinden. Çaresiz ve bitkin. Yorgun bedeni, daha fazla bu yükü kaldıramaz. Saatin, akrep ve yelkovanının dağıldığı gibi dağılır. Zaman durmuştur artık onun için.
THE END.
Durduğu yerde kala kalır, dizlerinin üzerine çökerek ağlamaya başlar. Eşi Merve’nin ismini
sayıklayarak. Neden gittin Merve? Neden gittin. Ben sensiz ne yaparım? Çok acı bir sondur.
Nasıl dayanacaktır bu acıya? Nasıl yapacaktır Merve olmadan? Hiçbir şey düşünemez ve
çaresiz dizlerinin üzerinde elleri ile yüzünü kapatarak, ağlarken; Volkan’ın ve Merve’nin ailesi de, ne yapacaklarını şaşırır. Kızları, gelinleri ve doğacak torunları yoktur artık. Hayat acımasızlığını bir kez daha göstermiştir. Üzüntülerinden kahrolurlar. Bir aile dağılmıştır adeta. Merve ve doğacak çocukları, torunları onları bırakıp, sonsuzluğa uçup gitmişlerdir. Zamansız fırtına, hastane koridorunu adeta darmadağın eder. Yağmurlar, sel olur akar hastane koridorunda. Aileler bir tarafta, Volkan bir tarafta ağlarken; Volkan dizlerinin üzerinde elleri yüzünde, Merve’nin ismini sayıklar durur.
Merve, Merve, Merve…
O arada;
Necla Hanım; tilki bayıltması denilen uykusundan uyanarak, okuduğu; ‘Rüya Gibi’ isimli
romanın 184. sayfasının altındaki yaprağı katlayıp, nerede kaldığını işaretleyerek ameliyattan yeni çıkan oğlu Volkan’ ın, ayılmasını beklemektedir. Necla Hanım Volkan’ın; Merve, Merve, Merve… Beni bırakıp gitme sözlerine şaşırmış, yavaş yavaş kendine gelen Volkan’ dönerek, oğlum Merve kim? Kendine gelen ve yavaş yavaş, narkoz etkisinden sıyrılan Volkan da, şaşırır!
Ne Merve’si anne?
Oğlum Merve beni bırakıp gitme, diye ağlıyordun şimdi. Hatırlamıyorum anne der Volkan, hatırlamıyorum. Doğru Merve kim? Çünkü Volkan, daha 14 yaşında ve mahallede futbol oynarken, ayak bileğinin kırılması sonucu ağır bir ameliyat geçiren, şirin bir çocuktur.
O sırada kapı açılır ve içeriye, hemşire girer. Bugün nöbeti devraldım. Sizinle ben ilgileneceğim. Önce ağrı kesici iğnemizi yapalım bakalım Volkan diyerek, iğneyi yapar ve Volkan’ın yanağına küçük, küçücük bir öpücük kondurur. Öğleden sonra görüşürüz diyerek, odadan çıkarken, pardon! İsmimi söylemeyi unuttum. Ben hemşire Merve der.
Merve mi?
Anne, çocuk şaşırır… Nasıl yani?
Rüya gibi bir hemşire değil mi?
Anne der.
Rüya gibi.
Yaşam iki şekilde akıp geçer.
Birincisi; hızlı bir nehir gibi dalgalı, haşin ve hoyrat akar durur. Hızına yetişemezsin.
İkincisi; imbikten süzülen şarap gibi yavaş ve az, fakat çok lezzetli.
Hızlı, ya da yavaş fark etmez. Ama işte yaşam; her ikisi gibi akar gider. Rüya gibi. Bazı rüyalar acı, bazıları tatlıdır. Bazen hayatta gerçeği, bazen de rüyayı yaşarsın. O da; yattığın ve başını koyduğun yastığa bağlıdır. Başınızı koyduğunuz yastığa, iki kişi yatıyorsanız yine başınızı koyduğunuz omuza, dikkat edin. Size rüya gibi bir hayat, ya da kötü bir yastıkta gördüğün, kötü bir rüya gibi olur.
Haydi; iyi rüyalar…
Herkesin rüyası güzel olsun.
Mutlu rüyalar herkese.
İyi bir sabaha, ulaşmak ümidiyle. Rüya gibi bir hayat. Ya da, hayat gibi bir rüya.
Herkesin rüyası, istediği gibi olsun.
Birileri plan yaparken bilinmeyen bir yerde, başkaları başka, başka planlar yapabilirler, sakın unutmayın.
Sevgiyle kalın…
*
YALNIZLIK DERİN BİR YARA
Merdivenleri bir solukta çıktı. Asansörü kullanmak, aklına bile gelmemişti. Soluk soluğa kaldı; dışarıda soğuk ve kar iliklerine kadar insanları dondururken, adam sıcak hastane koridorunun sonunda, 75 no lu oda da gördükleri karşısında da donuyordu. Buz kesmişti. Saunada, adeta kar yağıyor gibiydi zaman. Sıcağa rağmen vücudu kaskatı olmuş, soğuktan donan kirpikler gibi gözyaşları da bulunduğu ortam karşısında, yanaklarına düşerken kar taneleri gibi soğuk kaskatı ve buz gibi düşüyordu. Uzun bir yolculuk yapmasına rağmen tüm yorgunluğunu atmış, onu görmek için saatlerce gökyüzünde bulutlarla uçmak zorunda kalsa da, merdivenleri uçarak çıkmıştı. Dağlarda tanışmışlardı. Tanışma da denilmez. İlk görüşte Aşk’tı bu. Aslında dağlarda derken, farklı dağlarda. Ama onlar için Kaf Dağının ardındaydı aşk…
Yürüdükleri yamaçlar, bastıkları toprak, geçtikleri dereler, tırmandıkları kayalar, farklı coğrafyada da olsa, birbirlerinden habersiz birbirlerini tanıyan iki insan, aynı duyguları
yaşıyorlardı. Ama birbirlerini tanımadan. Birbirlerinden habersiz. Tesadüfen tanışıp ilk karşılaştıklarında, hemen samimi ve içten duygularla, ilk merhabaları bile onları birbirine yakınlaştırmayı ve sıcaklıkları, kalplerini ısıtmaya yetiyordu. Gezgin ruhları, hayat felsefeleri, yine yaşadıkları anları, dağlarda birlikte paylaşıyorlardı. Kah orada, kah burada. Hayat onlar için yeniden başlıyordu sanki. Dağlar, onlar için huzur dolu bir yuva, aynı zamanda sığındıkları limandı. Beraber yürüdüler, gezdiler, eğlendiler, anları yaşadılar ve sonunda, hayatlarını birleştirme kararı aldılar. Ama karar alma ile kararı uygulamak arasında, Kaf Dağının ardı kadar uzun bir mesafe vardır. Bunun mesafesini kestirmekte zordu. Hatta çok zordu. Ancak hayat, saatin akrep ve yelkovanının birbirlerini takip ettiği gibi aynı ritim ve düzende, devam etmiyordu. Kadının ailesi, Amerika da yaşarken bir gün kadın; annesi için Amerika’ya gitmek zorunda kalınca, mesafeler uzayıp hasret araya girerek, yalnızlık derin bir yara gibi sızı veriyordu. Giden geri gelmiyordu. Ayrılık, kor bir ateş gibi bedenini yakmıştı.
Günler ayları, aylar yılları kovaladı ama iki sevgili hiç kavuşamadı. Adam, sevdiği kadından bir daha hiç haber alamadı. Oysa ne planlar yapmışlardı. Ne hayaller kurmuşlardı. Kaf Dağına birlikte tırmanacaklardı! Oysa sevdiği kadın gidip, kendinden bir daha haber alamayınca ne dağlar, ne ovalar, ne de gezgin ruhu, ceza evinde tek hücreli oda da yatan, müebbet almış biri gibi kepenklerini kapatıp, hayata küsmüştü. Yarası derin di. Uzun yıllar geçti. Adam tek başına, hayatına devam etti. Yıllar sonra; bir gün evde otururken, postacı kapıyı;
Üç kez çaldı.
Tak, tak, tak…
Büyük bir zarf gelmişti. Çok şaşırmıştı! Üzerinde, adı yazan zarfı açtı. İçinden bir mektup ve bir boyunluk (baf) çıktı. Şaşırdı; hem de çok şaşırdı. Gözlerine inanamadı. Uzun yıllar önce sevdiği kadına aldığı boyunluktu. Nasıl olurdu? Şaşkınlığı daha da arttı! Onu; kokladı, kokladı, kokladı… O kokuyordu. Sevdiği kadın. Yıllar geçse de, sevdiği kadının kokusu değişmemiş, boyunluktan uçup gitmemişti. Mektubu korkarak, usulca büyük bir heyecanla açtı. Kalbi heyecandan patlayacak gibi olmuştu. Yıllar sonra sevdiği kadından haber alması, onu mutluluktan uçurmuş, adeta yeniden o anları yaşar gibi olmuştu. Çok güzel günler yaşamışlardı, çok. Geçmişe gitti beyni. Hafızalardan anılar çıkarttı. Ne güzel günlerdi.
Korkarak, mektubu açtı okumaya başladı. Mutluluğu yarım kaldı. Mektubu okudukça, gözyaşları sel olup akarken, sevdiği kadını Amerika’ da zanneden adam; aslında kadının burada yaşadığını öğrendi. Şok. Hatta; şok üstüne şok…
Şaşkınlığı adeta tavan yaptı. Ben Zeynep; kızıyım, annem çok hasta sizi son bir kez daha görmek istiyor. Biletiniz ve adres burada. Lütfen bu mektubu aldığınızda hemen gelin. Artık annemin, hasret çeken derin yarası dikiş tutmuyor ve son günlerini yaşıyor. Sizi görmek istiyor. Geçmişte, rüzgar gibi uçup giden umutlar, bu kez uçmasın dedi içinden adam. Son bir kez sevdiği kadını görmek için bir solukta, verilen adrese uçsa da, ondan önce ondan hızlı uçan zaman, göz açıp kapayıncaya kadar uçuyordu. Sevdiği kadına, yıllar önce aldığı boyunluk yıllar geçse de, geçmeyen kokusunu yolculukta içine çeke çeke, verilen adrese yani hastaneye vardı. Heyecanlıydı. Gözyaşlarını sildi. Ama heyecanını yenemiyordu. Onu kapıda, Zeynep karşıladı. Bir hışımdan onun yattığı, 75 no’lu odaya adeta ışınlandılar. Ne umutlar ne hayaller, ne gelecek planları, dağlarda aldıkları kararlar hayata geçmemiş, aşkları Kaf Dağının ardında kalmıştı. Hem adam, hem de kadın çok üzgündü. Sadece üzgün olan onlar değil, ona mektup yazan Zeynep’te çok üzgündü. Çünkü annesi yıllarca onu unutamamıştı. Annesinin duygularını çok iyi biliyordu. Odaya geldiklerinde; sevdiği kadın, hasta yatağında yatıyordu. Hayatı paylaşmak, onunla yaşlanmak ve yine onunla en güzel coğrafyalarda yürümek, çocuklarıyla harika bir ömür geçirmek istiyorlardı. Ama maalesef zaman, saat gibi tıkır tıkır düzenli işlemiyordu. Hayat; bazen dumanlı bir dağ gibi yağmurlarını indiriyor, bazen de şahane tortusuz pırıl pırıl bir hayat insana sunuyordu. İkisine ise maalesef; dumanlı ve karla karışık yağmurlu bir hayat sunulmuştu.
Yoğun Bakım yazılı kapıdan hızla geçerek, kadının yattığı bölmeye doğru koştu. Koşmadı adeta uçtu! Arada cam bölme vardı. Gözlerinden yaşlar dökülürken, hıçkırıklar salonu inletiyordu. Fakat ne adam, nede kadın, birbirlerinin sesini duymuyordu. Kadın hastanede ve özel bir odada makinalara bağlı, camlı bölme ile sevdiklerinden ayrı yatıyordu. İçeride belirsizlik, dışarıda da belirsizlik ve hüzün! Salonda, adeta lapa lapa kar yağıyor, adam da tir tir titriyordu. Her yeri çivi gibi kaskatı olmuştu. İçeride yatan sevdiği kadındı. Ancak, Amerika’ya vardığında bir daha geri dönmeyeceğini bilmiyordu. Ailesi kadını, bir daha
geri göndermedi. Ancak son yıllarını, ülkesinde geçirmek için bu şehre gelmişti, yıllar sonra. Bu sahil kasabasına yerleşip, Kaf Dağına çıkmanın hayallerini, burada tamamlamak istiyordu. Ama hastaydı artık. Onun da buna direnecek gücü yoktu. Hayaller bitiyor, yalnızlık ikisinde de derin bir yara bırakıyordu. Son bir güç ile kadın yatağından doğrulup, yıllarca görmediği sevdiği adama el salladı, hoş geldin der gibi.
Ardından; vücudu yılların yorgunluğuna, ruhu ise sevdiği adama kavuşamamanın hasreti ile
yorgun bedeni, sessizce yatağa yığıldı. Yalnızlığın yarattığı derin yara, onda çok derin hasretler bırakmış, sevdiği adamı gördüğü andan itibaren, vücudu kendini salarak, sonsuzluğa açılan kapıdan geçerken makinaların alarmları da, kadına adeta eşlik ediyorlar gibiydi. Sessizlik, panik ve şaşkınlık hakimdi, salonda. Zeynep gözyaşlarına hakim olamamış, adamda sevdiği kadını bitkin ve yorgun gördüğü andan itibaren, o da kendini tutamayarak, odanın içi adeta okyanus gibi kabaran dalgalar oluşturmuştu.
Her taraf gözyaşıydı. Onları bu kez Amerika yolculuğu değil, yalnızlığın onlarda bıraktığı, derin hasret yaraları ayırmak için çaba sarf ederken; bu kez eski iki aşığın, yine birbirlerine kavuşmalarına engel olan, kalın ve aşılmaz camlar oluyordu.
Elveda.
Gözyaşları ve hıçkırıklar.
Adam; elinde yıllar önce sevdiği kadın için aldığı ve halen, onun kokusunu hissettiği boyunluk (baf) ile yüzünü kapatırken, bulunduğu yere yığılıp kalıyordu. Sevdiği kadın, bu kez yine terk edip gitmişti onu. Yine yalnız kalmıştı. Gözlerini, terden sırılsıklam alnını ve boynunu, kadının kokusunun sindiği boyunluk (baf) ile silerken; derin yarası yine kanıyordu! İçin için ağlıyordu, hıçkırıklara boğulmuştu. Böyle olmamalıydı dedi içinden, böyle olmamalıydı.
Yine bırakıp gittin beni… Yine bırakıp gittin.
Bir ses duyuldu.
Beyler; burada yemek molası veriyoruz. Ekip, yürüyüş sonrası mola verdi. Kadın sevdiği adamın yanına hızlıca gelerek, sevgilim yine elin kanıyor, hemen pansuman yapalım, çünkü yolumuz çok uzun. Kaf Dağına çıkana kadar, kanayan yaran daha derinleşmesin, lütfen parmağını uzatır mısın? Evet, yalnızlık derin bir yara. İflah olmaz. Ancak; gerçek yaralar önce pansumanla, olmayınca hastanede dikiş atılarak kapanır. Derin yaralar ise sevdiğinin boyun bağı (baf) ve onun kokusuyla… Adam; beş dakikalık mola öncesi oturduğu taştan kalkarak, hayal gördüğünü ama parmağının da, yeniden kanadığını görerek ve yaranın zamanla kapanacağını bilerek, sevgilisinin elinden sıcak çay ve çift kaşarlı tostunu alarak, beraber yemeye başlarlar.
Hayat onlar için yeni başlayacaktır.
Kaf Dağının zirvesine varınca.
Tabi, Kaf Dağı varsa?
Var mı?
Büyük aşk yaşarsan var (dır)…
Bilinmez.
Önce denemek, test etmek lazım.
Ve ‘Kaf Dağına’ ulaşmak için Kaf dağı gibi hayaller kurmak.
Tabi o anları yaşamak…
Kaf Dağına ulaşmak her zaman zordur. Hem de çok zor!
Önce hayal etmek sonra denemek.
Hazır mısınız? Kaf Dağına çıkmaya?
Hazır mısınız?
Uzun ve zor bir yolculuktur hayat.
Her şeye hazır mısın?
Kavuşmak hayal olsa da, Kaf Dağına çıkmak ve kavuşmak için;
Hazır mısınız?
Yoksa Her şeye razımı sınız?
*
PREKARYA’YA DOĞRU
İnat olmayacağız.
Bu kavramı ortaya koyan, İngiliz iktisatçı Guy Standing’e göre, ‘Prekarya’ halk arasındaki yeni
bir sınıfı karşılıyor ve barındırıyor. Karl Marx ve Freidrich Engels’in proletarya teorisi gibi.
Bugün içinde bulunduğumuz, konjonktür ve sistemsel aşındırmalar, hayatımıza giren ama pek
çoğumuzun farkına dahi varamadığı, prekarya kavramını yaşamımıza sokarken; toplumun tüm
katmanları, öğrenci, işçi, memur, emekli, bakkal, kasap… vb. gibi grupların, bu kavrama
yabancı oluşu, bizi bekleyen tehlikenin büyüklüğü açısından, aslında dile getirilmesi gereken,
önemli bir ‘paradigma’ olduğunu düşünüyorum.
Tehlike ve umut iki önemli kavram.
Prekarya nedir?
Bu gün; geleceğinden endişe duyarak yaşayan, belirsizlik, güvencesizlik ve geleceksizlik gibi
duyguların hakim olduğu, iyi bir eğitim alsın ya da almasın, insanların mevcut ilişkiler altında,
birikim yapamaz, kendine alternatif bir sığınak oluşturamaz durumudur.
Aynı zamanda; toplumda, liyakatsizlik çarklarının erittiği düzensizlik içinde, gelecek kaygısı
yaşayan bireyler, mevcut düzen içinde, bırakınız beş-on yılı, üç gün sonrasını bile
düşünemedikleri, bu nedenle güvencesizlik ve belirsizlik içinde oldukları için yeni bir sınıfın,
yani ‘Prekarya nın’ dünyada ve Türkiye’de doğmasına neden olmuştur.
Bu düzen ve rejimde, artık hepimiz Prekaryayız!
Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel konjonktür, aynı
zamanda yıllardır emperyalizm altında ezilenler, Türkiye’de kendi burjuvazi sınıfı yaratanların
haricinde kalan tüm bireyler; dünyada olduğu gibi bizde de, artık bir prekarya dır. Gelecek
kaygısı, yaşam kaygısı ve belirsizlik, güvencesizlik tehlikesi ile karşı karşıyadır.
Eskilerin, anne ve babalarımızın bu durumu anlaması, bugün çok daha zordur. Çünkü onlar,
kendi dönemlerinde, bir iş sahibi olarak belirsizlik, güvencesizlik, istikrarsızlık ve gelecek
kaygısı yaşamadan, düzenli çalışıp emekli olabiliyorlardı.
İşleri vardı.
Güven içinde çalışıyor; hem kendileri, hemde aileleri için gelecek kaygısı yaşamıyorlardı.
Umutları vardı. Ama günümüzde artık öyle değil.
Bugün ‘Prekarya’ kavramı; gelecek için belirsizlik, anlamını taşımaktadır. Bu düzende prekarya
dediğimiz sınıf, bir yıl içinde, çok fazla iş değiştirebiliyor, işe girip çıkıyor ve buna zorunlu
bırakılıyor. Bu durum, onun işle, bir bağ kurmasına engel olduğu gibi, çalışma hayatında
zorluklar ile karşılaşıp, iş güvencesi ve sağlığı, sendika ve toplu iş sözleşmesi gibi kavramlardan
yoksun, düşük ücret, belirsizlik ve güvencesizlikle donatılmış bir hayatın, kendisini beklemesi
onda yarattığı travma, şiddet, öfke ve nefret boyutlarıyla, hem toplum; hem de kişisel
anlamda, öfke nöbetleri yaratarak, geleceksizlik kaygıları sisteme başkaldırı olarak vücut
buluyor.
Özellikle; Atatürk sonrası, 1950’ den sonra ülke adına yaşananlar, Marshall Yardımları ve
ardından NATO üyeliğimiz ile birlikte, darbeler ve muhtıralar ile yeniden dizayn edilen Türkiye,
1980’den sonra ‘sol ideolojinin’ üzerinden silindir ile geçilerek, vahşi kapitalizmin taşlarının
döşendiği, 2002’de değişen iktidar ile birlikte ‘yeni bir yapı ve sınıf’ oluşumunun ortaya
çıkmasıyla; iktidarın elinde tuttuğu güç ile kendi burjuvazi sınıfını yaratanlar, 24 Haziran’dan
sonra rejimi değiştirerek, tamamen Türkiye’yi ‘prekarya’ durumuna getirdiler.
Umutsuzluk, geleceksizlik, belirsizlik…
Bugün artık tam bir prekarya olmuş durumdayız.
Kendi, burjuvazi sınıflarını yaratanların haricinde kalan toplum, eğitimli veya eğitimsiz tüm
bireyler, gelecek kaygısı yaşarken, diğer yanda bitirilen sendikalar, yok edilen sosyal haklar, iş
sağlığı ve güvencesizliği ile birlikte, en kötü işlerde, ucuz, sigortasız, güvencesiz ve stres altında
yaşam mücadelesi verirken, kayıt dışı ekonomi, toplanamayan vergiler, sorumsuz harcamalar,
düzeni de tehdit ederek, belirsizliği derinleştirmektedir.
Bugün Orta Doğuda yaşanan savaş ile birlikte, ortaya çıkan belirsizlik, özellikle bölgesel ve
coğrafi anlamda bizi etkileyerek, yanlış göçmen politikaları, ekonomik kaos ile birlikte kapanan
iş yerleri ile artan işsizlik, sınıflar arası uçurumu arttırırken, Karl Marx ‘ın ‘Marksizm, Sosyalizm
ve Komünizm’ tandanslı felsefesinde ortaya koyduğu, ‘Proletarya – Köle’ düzeninin bugün bir
tık üst aşaması prekarya, ‘Komünizm ve Faşizm‘ teorisinden daha sert ve yıkıcı olmasıdır.
Karl Marx ‘ın teorisinde;
Köle: Efendisine kendisini bir kez satarak, yaşam, barınma, karnını doyurma garantisi elde
ederek, efendisine tabi olurken, sadece onun hizmetkarı olarak yaşamını idame ettirir. İşi
garantidir. Karnını doyurma kaygısı yaşamaz.
Proletarya: Saatlik, günlük, haftalık ve aylık, efendisine veya efendilerine yani patronuna
emeğini satarak, karnını doyurma ve yaşamını devam ettirme durumunda olup, köleden farklı
olarak, karnını doyurma garantisi, emeğini ortaya koyduğunda gerçekleşir. Çalışırsa, üretirse,
mücadele ederse…
İşte; bugünkü belirsizlik ve geleceksizlik ortamında, ortaya çıkan prekarya, ‘Köle ve
Proletaryadan’ farklı olarak, güvencesizlik, belirsizlik ve geleceksizlik içinde kaybolurken, aynı
zamanda sosyal, kültürel ve yaşamsal anlamda da, insan hakları normlarından uzak, günlük ve
saatlik, girdi, çıktı usulü ile yabancı sermayenin ve burjuvazinin elinde köleleşmiş bir durumda,
garantisiz ve sağlıksız hatta iş güvencesiz çalışması, toplumda patlamayı, öfkeyi ve kavgayı
tetiklediği de, gerçektir.
Kaos ve belirsizlik.
Dünyada ve Türkiye’de, son yıllarda değişen düzen, bu şekilde şişirilmeye devam ettiği
müddetçe, fizik kuralları gereği genleşmeye/genişlemeye müsait yapı, sömürü düzeni ve
emperyalizm, belirsizlik ve gelecek kaygısı, toplumda hızla bölünme yaratırken, gündelik
yaşamda zorlanan bireyler, gelecekte balon misali, patlamaya hazır duruma geleceklerdir.
Geldiler bile. Çünkü bu gidiş, sürdürülemez bir paradigmadır.
Tehlike ve umut iki kavram demiştim.
Evet, bugün prekarya olarak gelecek kaygısı ve belirsizlik yaşayarak, tehlikeli sularda
yüzüyoruz. Ama bir umudumuzda var.
Birleşmek…
Sendikaların törpülendiği ve yok edildiği, çalışma barışının zedelendiği, iş hayatının tek bir
gücün eline geçtiği, sistemin kilitlenerek işlemez hale geldiği, bugünkü konjonktür bu şekilde
sürdürülemez.
Umut, gelecek adına bizlerin sınıf bilinci ile insan hakları normlarının yok edildiği toplumda, iç
dinamiklerin, eğitimli-eğitimsiz tüm toplum katmanlarının, bir araya gelerek emperyalizmin
yarattığı sisteme karşı gelmesi ve omuz omuza, mücadele etmesini gerektirir.
Birleşmek; birleşerek sisteme karşı başarılı olmak.
Bugün kendi burjuvazi sistemini yaratıp, onun dışında kalanlar, yine bugün yok eden, ezen,
parçalayıp bölen, sistem değişmediği müddetçe, gelecek kaygısı, belirsizlik, çaresizlik
yaşayarak, emeklilik hayalleri kuramadan, prekarya olarak ölüp gideceklerdir.
Hatırlayınız; Mustafa Kemal Atatürk’ün Ulusal Kurtuluş Savaşında top yekun, mücadelesi ile bu
savaşı kazandığını unutmayalım.
Şimdi iyi düşünmeliyiz.
Neden eğitimli, bilgili, iyi yetişmiş, çağdaş, modern ve Atatürkçü gençlerimiz bunların kölesi
olsun?
İşte, sihirli kelime burada; Birleşmek.
Neye karşı? Tabi ki, tek tip insan yaratmak isteyen, Prekarya ‘ya yani emperyalizme karşı.
Vahşi kapitalizme ve bize giydirilen gömleğe!
Ya prekarya olarak, yada insan olarak yaşayacağız…
Bence birleşmek; tüm kaygılar, unvanlar, sınıflar ve madalyalar bir kenara bırakılarak, gelecek
adına belirsizliği ve umutsuzluğu yıkmak adına, en önemli paradigma olup, şunu
unutmamalıyız.
Birleşerek büyür ve hayatta kalırız. Yoksa dağılır, yok oluruz.
Hayatı; belirsizlik, geleceksizlik, güvencesizlik ile dolu olarak mı yaşayacak?
Gelecek adına, daha güzel günler görmek için gelecek nesiller için mücadele ederek, onlara
güzel yarınlar bırakmak için mi?
Karar size kalmış.
Ben prekarya olmak ve öyle yaşamak istemiyorum.
İnatla, Prekarya olmayacağız.
Yoksa işimiz zor.
Şimdi toplumun; din, dil, mezhep temelinde neden ayrıştırılmak istendiğini anlamışsınızdır?
Parçalara bölünen toplum güçsüz olacaktır.
Ama birleşmek ile ortaya konacak sinerji, bu belirsizliği ortadan kaldıracaktır.
Karar sizin.
Ne olmak istiyorsunuz?
Ben, biz ve bizim gibiler; Prekarya olmak istemiyoruz, olmayacağız…
Ya siz?
*
EVRİM
Dünyada, insanlar bitkiler ve diğer canlıların yanı sıra, aynı zamanda ülkelerinde ‘Evrimi’
vardır. Durumun ortaya çıkması, oluşması, gelişmesi ve sonuç.
Biyolog yazar Prof. Dr. Ali Demirsoy; yazdığı kitaplarda ve konferanslarında ‘Evrim’ için kısa bir
açıklama yapar; ‘A’ olarak girdiğin bir yere, daha sonra buradan, ‘B’ olarak çıkıyorsan evrim
geçirmişsin demektir.
Şayet ‘A’ olarak girdiğin yerden, yine ‘A’ olarak çıkıyorsan, evrimleşmemişsin ‘Evrim’
geçirmemişsin der.
Evrim; Dünyanın ve Türkiye’nin evrimi…
Mesela Fransız İhtilali. Siyasi ve sosyal açıdan dünyada yaşanan bu gelişme ile insanlar kölelik
düzeninden; özgürlükler, demokrasi, insan hakları ve birey olma konusunda, adeta bu
anlamda dünya ‘Evrim’ geçirmiştir. İnsan adına önemli bir süreçtir Fransız ihtilali, Evrim adına.
Yine İngilizlerin, buharlı makineyi icat etmeleri ile dünyada, sanayi ve daha sonra ticaret
anlamında, deniz aşırı ülkelere gitme konusunda, emperyalizm açısından da bu bir ‘Evrimdir’.
Yıllarca, Portekiz, İspanyol ve Hollanda’nın denizlerdeki hakimiyeti son bulmuş, 2.Dünya
Savaşına kadar ‘Dünyanın Jandarması’ olarak kıtalar arası, sömürgecilik yapmışlardır.
Sömürgecilikten devam edersek, Amerika; bu kez İngiltere’nin yerine 2.Dünya Savaşı sonrası,
askeri, ticari ve güçlü ordusu ile bu kez İngiltere’nin yerine, dünyada özellikle Orta Doğu’da
petrolün bulunması ile bu kez, Dünya Jandarmalığına soyunup, İngiltere yerine Amerika’nın
bölgede ‘Başat’ güç olması ile bu kez dünya, 1940′ tan sonra ‘Evrim’ geçirmiş, Amerika bu
‘Evrimi’ gerçekleştirmiştir.
Osmanlının ‘Evrimi’ ise bu anlamda, geçmiş yıllara dayanır. Navarinde, donanmasının imha
edilmesi ile İngilizlere karşı, Amerika’nın yanında yer aldığı ve 7 Mayıs 1830 yılında, Osmanlı
Devletinin Amerika ile Seyr-i Sefâin Ticaret antlaşması yaparak, Amerika’ya tanınan geniş
özgürlükler sonucu, oluşan handikap ile başlayan ‘Evrim’ süreci, Osmanlının 600 yıllık dünya
hakimiyeti 1.Dünya Savaşı ile sonlanmıştır.
Evrim; var olma ve yok olma sürecidir aynı zamanda.
Osmanlının, son bulması sürecinden sonra ortaya çıkan yeni durum, bizim açımızdan yeni bir
evrimin kapılarının açılması olmuştur.
Atatürk ile birlikte, Lozan bizim en büyük ‘Evrimimizdir’
Emperyalizmin bize dayattığı, ağır Mondros ve Sevr şartlarının, topraklarımızın paylaşılmasını
kabul etmeyen, Ulusal Kurtuluş Savaşı ile 19 Mayıs 1919′ da Samsun’a çıkarak, bağımsızlık ve
özgürlük ateşini yakan Mustafa Kemal Atatürk; Emperyalizmin planlarını yırtarak, onları denize
dökmüş, Lozan’da genç Türkiye Cumhuriyetin tapusunu alarak, Türkiye adına ‘Evrimi’
başlatmıştır. 19 Mayıs 1919 tarihi bizim için ‘Evrimin’ başlangıç tarihidir. Ardından Lozan
Anlaşması da öyledir. 29 Ekim 1923 ise Evrim’in taçlanma sürecidir.
Genç Cumhuriyet, onun önderliğinde, dünya tarihinde görülmemiş bir şekilde siyasi, sosyal ve
ekonomik anlamda, ‘Evrim’ geçirerek, eğitimden, sağlığa, sanattan spora, ekonomiden,
yatırımlara, fabrikalara ve dünyada ilk kez kadınlarımızın seçme ve seçilme hakkına sahip
olması, oy kullanmaları, çalışma hayatında olmaları, kadın erkek eşitliği ile bu ‘Evrim’ devam
etmiştir.
Yine dünyada ilk kez, çocuklara 23 Nisan, gençlere 19 Mayıs Bayramlarını armağan ederek,
genç nesillere ne kadar önem verdiğini ortaya koyan Mustafa Kemal Atatürk, dünya üzerinde
başta insan ve diğer canlılar olmak üzere, milyarlarca yıl süren; ‘bulunduğu ortama ayak
uydurmak’ yani evrimleşmeyi, kaldı ki ‘Evrim canlıların hayatta kalmasıdır’, Atatürk bunu 15
yıllık Cumhurbaşkanlığı sürecinde başaran tek lider olarak, tarih sahnesinde yer almıştır.
Şöyle özetlersek. Osmanlıdan sonra ’emperyalizme’ kafa tutan, topraklarının işgal edilmesine
sessiz kalmayan, 19 Mayıs 1919′ da bağımsızlık ateşini yakarak, Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrası
yeni ve genç Türkiye Cumhuriyetini kurarak, kadın ve insan hakları, modernlik, çağdaşlık,
laiklik, eğitim, sağlık, sanat ve spor alanında gençlere güvenen ve Türkiye Cumhuriyetini yine,
gençlere emanet ederek, ülkesine ‘Evrim’ yaşatan Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1938’e
kadar, harika bir ülke yaratmıştır.
Biyolog yazar Prof. Dr. Ali Demirsoy’un dediği gibi ‘Evrim’; ‘A’ olarak girdiğin bir yere, daha
sonra buradan, ‘B’ olarak çıkıyorsan, ‘Evrim’ geçirmişsin’ demektir, sözünü hatırlarsak.
ATATÜRK ile 19 Mayıs 1919′ a, yenilmiş, çaresiz, silahlarına el konulmuş, boğazlar sorunu
yaşayan… vs. ülke olarak girip, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti kurarak, 10 Kasım 1938′ e kadar,
çağdaş, modern, laik bir hukuk devleti olarak çıkıyorsak, bize bu anlamda ‘EVRİM’ yaşatan Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’ e ne kadar dua etsek, şükranlarımızı sunsak azdır.
Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı’nın 1.Dünya Savaşı sonrası yenilgisi ile sonuçlanan ve
küllerinden adeta yeni bir devlet kurarak, çağdaş Türkiye Cumhuriyetini yaratması ‘Evrimdir’.
Yeni bir devlet yaratarak, bunu dünyada başaran ilk ve tek liderdir. Büyüklüğü de buradan
gelir. Bize; çağdaş, modern, laik ve hukuk düzeninde yeni bir evrim yarattığı için, kendisine
müteşekkiriz. Teşekkür ederiz ATAM.
Bize ‘Evrim’ yaşattığın için.
*
KAPATTIK
Adam; demlene demlene kendinden geçerken, aynı zamanda hafif üşüdüğünün de farkına
vararak; burası için vakit artık geç diyerek, yavaşça oturduğu çakıl taşlarının üzerinden kalkıp,
denizin üzerini kaplayan siyah örtüye rağmen gökyüzünde ışıldayan dolunaya selam çakarak,
şişenin dibinde kalan son şarabı bir dikişte bitirip, eyvallah diyerek ayrılır sahilden.
Hava soğuk ama ruhu sıcak bir yer aramaktadır. Gecenin geç saatlerine kadar yeniden
demlenmek için. Aslında onun için gece daha yeni başlamıştır. Diğer geceler de olduğu gibi.
Deniz; çakıl taşlarını döverken, rüzgar da akşamın geldiğini haber verir gibi soğutmaya başlar
her yeri. Yavaş yavaş ısırır tenleri. Salaş; deniz kıyısı kasabasında artık akşam olmuştur.
İnsanlar evlerine çekilmiş sokaklar evsizlere, kedi ve köpeklere, her gece ruhları sıcak bir yer
arayan, hayatın darbesini yemiş çaresizce denizi ve alkolu kendine arkadaş edinmiş, küskün
aşıklara ve sevdalılara kalmıştır.
Deniz kıyısından tromala ederek, pruvasını kasabanın sokaklarına ve herzamanki mekanına
çevirir. Ama bu kez rüzgar sert, deniz dalgalı, yollar ise dar ve engebelidir. Adam; Arnavut
kaldırımlı dar sokaklar ve karanlıklar arasından süzülürken; ayakları onu nereye götüreceğini
bildiği için bedeni ve ruhu, ayaklarının kontrolündedir. Ayakları gitgide hızlanır, hızlanır. Dar
ışıksız sokaklarda, kedi ve köpeklerden başka kimseler yoktur. Sadece rüzgarın sesi duyulur
sokaklarda.
Nokta atışı misali, ayaklar görevini yapmış, adamı mekanına getirmiştir. Limana sorunsuz
yanaşan gemi misali. Komutayı, adama devreder. Sancak iskele yapar, yanaşır mekana! Loş bir
ışık ile aydınlatılan içerisi saf alkol ve şarap kokan mekana geldiğinde, ayakları onu içeriye
girmesi için zorlar. Evet, mekan burasıdır. İçeri girer adam. Fakat tüm masalar bomboştur.
Şaşırır. Nasıl yani! Der içinden. Bu gece sokaklarda bir ben mi kaldım?
Barmen; kapattık der. Kapattık…
Neden?
Sazendeler gitti. Şarap bu gece, su gibi içildi bitti. Haberin yok mu? Fırtına kopmak üzere.
Tünemiş, kuşlar bile uçup gitti. Cam kırıkları gibi keskin rüzgarın sesi, yakında buraları dövmek
üzere, kulağıma fısıldadı geleceğini. Kalma fırtınanın, keskin bıçağının darbelerine; kalma
göçük altında. Demlendiğin yetmedi mi? Git!
Kapattık…
Adam; evet galiba haklısın. Ama devam etmeliyim! Kapıyı zar zor bulup, loş salondan zifiri
karanlık sokağa çıktığında, fırtınanın sesi yine kulağına fısıldar.
Fırtına çıkacak. Fırtına çıkacak. Fırtına çıkacak…
Adam; aldırmaz çıkacak fırtınaya. Demir attım buraya der gibi, kararlı ve inatçı bir tavırla
direnir ona. Görüyorum; göçükte toprağın altında kalan beden gibi, vücudun da acı çekiyor.
Kalma artık göçük altında. Hazırlan bak, geliyor fırtına. Bırak kendini gecenin karanlığına
demeyeceğim, çık aydınlığa; bak sola dönünce, yeni bir mevsimin çiçekleri açacak. Yetmedi mi,
karanlıklarda geçirdiğin geceler?
Çık artık; bu dar sokaklardan, bırak loş odaları; fırtına kopmak üzere görmüyor musun?
Korkmuyormusun? Tünemiş kuşlar bile, terk ettiler mekanı. Sazandeler, şarap bitince gitti. Sen
demlendin yetmedi mi? Kapat sende kepenklerini. Git, yorgun bedenini ve ruhunu dinlendir.
Bırak, giden gitsin. Artık arın tortularından, imbikten süzülür gibi dinlendir ruhunu. Bırak
gecenin karanlığını, çık güneşe, bak güzel doğaya ve çiçeklere. Mavi denize bak. Yelkenlide,
martılarla yolculuk ettiğini güzel bir müzik ve dingin bir sessizlik, hisset bedeninde.
Eee… Böyle yapınca, bana fırtına vurmayacak mı?
Dar ve karanlık bir sokaktasın. Çık, bu cehennem gibi yerden. Bedenini ve ruhunu kurtar önce
karanlıktan. Sonra aklını kullan. Yaşadıklarını imbikten geçir. Tortularından ayrılsın arınsın;
ayrılanlarla konuş, temiz ve saf hali ile hesaplaş. Yoluna öyle devam et, yeni bir beyaz sayfa
açarak.
Siyahlık yetmedi mi, karartmadı mı ruhunu ve bedenini? Barmen ne dedi sana, herkes gitti
kapattık. Fırtına vuracak bu gece sahile, karanlık loş ve ıssız Arnavut kaldırımlı dar sokaklara.
Bak sesini hisset.
Ne yapayım? Bilmiyorum!
Bilmediğin için böyle! Sen ne fırtınalar atlattın.
Evet öyle. Bu fırtınalar bana rüzgar gibi geliyor. Bu dar sokaklar, ıssız kaldırımlar, kediler,
köpekler, benim arkadaşım zaten. Onlarla yürüdüm hep. Ne yapabilir gelen fırtına bana?
Korkmuyorum artık ondan.
Sana bir şey yapmasa da, bedenine değil, ruhuna çarptığında yıkmasa bile derin yaralar açar
unutma. Unutma fırtınalar zamansız gelir, yıkar geçer. Bak dalgalara, rüzgarın eşliğinde nasıl
da dövüyor kıyıdaki kayaları ve taşları.
Uzaklaş, kaç git buralardan. Uzaktan sev buraları.
Dalgalar daha da büyüyecek bak sazendeler, tünemiş kuşlar bile uzaklaştılar. Sen, arama
burada mavi denizi, martıları ve gökyüzünü. Çık bu karanlıktan karabasandan, gidip
gelmelerden uslanmadın mı? Bilmiyor musun yaşadığın kasabanın rüzgarını fırtınasını? Kaç
fırtınalar yaşadın, bu kasabada? Her fırtına, senden bir şeyler götürmedi mi? Her fırtına sende,
derin yaralar açmadı mı? Seni sensiz bırakmadı mı?
Evet, ama bu kez başka.
Rüzgarın ve dalgaların dövdüğü kayalar bile aşınıyor zamanla. Unutma! Uzaktan sev, bu şehri.
Gözlerin değil, taş kalbin ağlasın. Gözyaşlarını kimse görmesin içine aksın. Ne senin derdin?
Sen ağlama, fırtınanın dövdüğü kayalar ağlasın.
Ağlar mı taşlar? Ağlar elbette.
Dokunduğun, sevdiğin her şey; fırtınalarda kayıp gitti elinden. Bedenin, şimdi göçük altında
kalmış gibi sızlarken, ne yapayım diyorsun?
İki seçeneğin var.
Ya fırtınadan uzaklaş kaç.
Diğeri de tam tersi.
Fırtına yıkmasa da her fırtına, bir şeyler alıp götürür senden. Bir yerinden koparıp gider. Acıtır
ve deler geçer. Tercih senin der adama, fırtınanın öncü rüzgarı.
Tercih senin. Sen bilirsin.
Ya karanlık, ya güneş…
Issız, Arnavut kaldırımlı dar sokakta, bayır caddeyi tırmanırken bir iki damla düşer alnına ve
yanaklarına. Önce gözlerine bakar, ağlamıyorum ama nedir bu derken?
Hafif rüzgarla, yağmur başlar.
Herkes, kendi zamanını ve kaderini yaşar der adam.
Ama ben bu kasabadan kopamam, rüzgara rağmen ve rüzgara karşı yürür hızlı adımlarla.
Aklına gelir; maskeli yüzler, herkesin tiyatrosu farklı oynanır; herkesin şiiri, farkı yazılır ve
herkesin alın yazısı, farklı kazınır bedenlere bu kasabada. Çünkü herkes bir değildir. Ayrı ayrı
bedenlerde, ayrı ayrı çaresizlikler yaşanır.
Bu kasabada herkes kendi aşkını en muhteşem, ya da en kötü sanır. Oysa kader, herkesin
aşkını başka başka yazmıştır. Kader dediğin senin belirlediğin çizgidir.
Yürür; hızlı adımlarla Arnavut kaldırımlı dar sokakta, yağmura ve rüzgara aldırmadan. O
aldırmasa da rüzgara, yağmur şiddetlenir damlalar acıtmaya başlar bedenini. Artık ayakları
yorgun vücudunu taşımakta zorlanır. Simsiyahtır geceleri soğuk ve ayaz keser nefesini. Aklına
gelir, öncü fırtınanın kulağına seslenişi.
Uzaktan sev bu şehri. Uzaktan sev…
Yağmur şiddetlenmiş, sırılsıklam olmuş bedeni ve yağmur tanelerinin acıttığı ruhu, bu kez
inatçılığını kaybetmiş, artık savaşmayacağım, savaşamayacağım diyerek sinyaller vermeye
başlamıştı. Aynı deniz fenerlerinin, kilometrelerce uzaklıktaki dalgalı denizde, yolunu bulmak
ve en yakın kıyıya ulaşmak için bir oradan oraya savrulan, gemilere sinyal verdiği gibi.
Artık Arnavut kaldırımlı dar sokakta, yürümek ve yolunu bulmak, hırçın denizde bata çıka
yoluna devam etmeye çalışan, küçük bir filikanın kaptanı gibi çaresizce fırtınanın dinmesini
bekleyecek, yada hızlıca yağmurdan kaçacaktı.
Yağmur iliklerine kadar ıslatmıştı yorgun bedenini. Yine bu kasaba, yaptığını yapmıştı ona!
Canını yakmıştır. Bir anda taksinin kornası ile kendine gelir. El eder, durur taksi. Biner ıslak ve
yorgun bedeniyle, hatta zor atar kendini içeri.
Nereye gidelim?
Çek terminale der.
Gidiyorum artık bu kasabadan. Geride, yağmurla birlikte gözyaşlarını bırakır ve yaşadıklarını.
Bir daha gelir miyim der içinden? Bilinmez.
Ah keşke fırtına çıkmasa da, loş ve ıssız kasabada Arnavut kaldırımlı dar sokaklarında, daha çok
yürüseydim sahilde denizin dövdüğü ve ıslatarak parlattığı taşlardan, daha çok
toplayabilseydim der içinden. Daha çok şarap içseydim loş gecelerde, ıssız sokaklarında
yürüyüp, şarap kokan meyhanelerinde, daha fazla alkol tüketip zamanı durdurabilseydim.
Daha fazla, daha fazla… Ve daha çok sevseydim!
Güzel; hatta çok güzel şeyler yaşamış ama sonu acı bitmiştir, bu kasabada. Yağmur ıslatırken
bedenini, fırtına da darmadağın etmiştir yüreğini. Artık; ayrılma vakti gelmiştir güzel şeyler
yaşadığı kasabadan; yoksa daha çok ıslanacaktır, Arnavut kaldırımlı dar sokaklarında yürürken.
Yorgun ve çaresizce sinyal verir bedeni. Deniz feneri gibi.
Kimseye yaranamadım der içinden. Kimseye yaranamadım. Her şey yalan (mış)!
Uzunca bir süre sessizlik, ardından dalgalı denizde yolculuk eder gibi beyni, bir oradan bir
buraya dans ederken; birden bire sıcak basar bedenini, uyanır ve terleyen alnı ile boynunu
silmeye başladığında, yarı uykulu bir haldeyken muavin seslenir.
Sayın yolcularımız; son durağımız Bandırma. Hoş geldiniz. Ne çabuk geldik!
Arabadan inerken, rüya gördüm galiba der adam. Rüya gördüm.
Aklına gelir Barmen. Kapattık demişti, der içinden.
Evet kapattık…
İçeriden eşi seslenir.
Hayatım; okuduğun kitabı bırak ve ara ver lütfen; ikimize kahve yaptım.
Kapattım hayatım der adam. Kapattım…
Neyi kapattın der, eşi kahveleri getirirken?
Kitabı. Okuyunca sende oku lütfen. Harika bir kitap.
Adı nedir? Rüya.
Kapattım hayatım, geldim kahveye her zamanki gibi.
Sade senin, orta şekerli benim. Bak küçük küçük lokumlardan da, koydum tabağa. Tatlı yiyelim
tatlı konuşalım. Ağzımızın tadı hiç bozulmasın.
Haydi; afiyet olsun! Dalgalı denizlerden, loş gecelerden, karanlık dehlizlerden; güneşli
sabahlara. Merhaba…
Kapatmayın; bir ilkbahar sabahı açtığınız evinizin penceresi gibi ruhunuzun penceresini açarak,
güneş ve kuş cıvıltılarına bırakın kendinizi. İçiniz kıpır kıpır, kuş cıvıltılarıyla dolsun.
Sevda kuşun kanadında; belki pencerenize konabilir. Belli olmaz.
Hayat bu. Pruvanız net olsun. Siz siz olun, ruhunuzu kapatmayın. Size yol gösterecek, mutlaka
bir ‘Deniz Feneri’ olacaktır. Onlar; azgın dalgalardan, şiddetli fırtınalardan, sizi güvenli
limanlara taşıyacaktır.
Siz KAPATMAYIN. Sevginizi, yüreğinizi hep açık tutun. İçeriye güneş doğsun.
Dalgalı denizlerden, siyah gecelerden, dar sokaklardan, aydınlık sabahlara, güneşli günlere ve
ferah bir geleceğe merhaba. Kapatmayın, açık kalsın evinizin ve yüreğinizin penceresi, bir ışık
hüzmesi girmesi için. Her şey güzel olsun. Mutlu olun.
Bakarsınız; ummadığınız bir anda, değişiverir her şey.
Kaderiniz güzel olsun. Kader sizin belirlediğiniz bir çizgidir.
Siz yazar ve siz çizersiniz.
*
SEVDA KUŞUN KANADINDA
Yeni taşındığım evin camından bakarak, CORONA nın dünyada ortaya çıkardığı kaos, korku,
belirsiz, ölüm, hatta ‘Orta Çağ’ karanlığındaki gibi düzenden, nasıl çıkacağız diye düşünürken;
yine geçen hafta başından bu yana evlere adeta hapsolmamızın karamsarlığında; çaresizliği,
kara bulutları ve belirsizlikleri dağıtırcasına, gri bir günde beyaz bir güvercin kondu
pencereme.
Ürkek, korkak, belli ki ne yapacağını bilemiyor insanlar gibi. Halinden belli, herkes gibi o da
oradan oraya amaçsızca uçuyor. Belki de, kendine güvenebileceği bir liman arıyor. İnsanlar da
aramıyor mu? Aynı şekilde, bizlerin güvenli bir liman aradığı gibi.
Hava serin. Hava Puslu. İnsanlar ikiyüzlü.
Coronanın yarattığı korku ikliminden, o da etkilenmiş gibi. Hatta aramızda, sadece iki santim
cam bölme var. Cam bölmeden kanatlarını görünce, çok şaşırdım. Belli çok rüzgarlar görmüş,
çok yağmurlar yemiş o kanatlar, çok.
Ve titriyor.
Gözlerimi dikmiş gelip, geçen arabaları seyrediyordum, düşünceli ve karamsar bir ruhla.
Dalmışım dünyanın bahtı kara hallerine.
Tık, tık, tık… Cam çaldı. İrkildim, sonra toparladım. Bana bakan iki adet zeytin göz. Nasıl bir
güzellik. Beyaz ve ürkek, narin bir yapı. Belki bana öyle geldi. Göz göze, burun buruna geldik.
Titriyordu, korkuyordu insanlar gibi. Dünyayı ve çevreyi saran gri bulutlardan, hatta
belirsizlikten ürkmüştü.
Merhabalaştık.
Bana; ‘Seni çok düşünceli gördüm, dışarıyı seyrediyordun, bir nefesleneyim istedim; onun için
senin yanına geldim.’ dedi.
Biraz muhabbet ettik, bu arada Corona’ yı da konuştuk. O da bizim gibi canlıydı. Ve çocuğunu
düşünüyordu. Biz insanların düşündüğü gibi. Çaresizdi! Bana; ‘uzak, yakın fark etmez,
gönderdiğin sinerji bile sevdiklerine ulaşır’ dedi ve uçup gitti.
Evet, sevdiklerimiz ama göremediklerimiz. Burnumuzda tüten, fakat dünyada gözle
göremediğimiz; hem soyut, hemde somut anlamdaki bu belirsizlik ortamı ve Covit-19 hepimizi
ayırmıştı!
4-5 gün hiç göremedim, zeytin gözlüyü. Bir gün cam yine çaldı. Baktım benim zeytin gözlüm,
beyaz güvercin pencereye gelmiş. Nerelerdeydin dedim. Merak ettim seni. Ben hep
buralardaydım, sen her gün pencereden, sokağı seyrediyordun. Ben seni görüyordum.
Ama ben seni hiç görmedim. Ben hem uçuyor, hemde uçuşan perdelerden, evlerde yaşanan
çaresizliği ve belirsizliği görüyorum. Çaresizce, korkutulan ve dayatılan gözle görülmeyen bir
nesne ile dünyanın nasıl dizayn edildiğine, şahitlik ediyorum.
Kaos var. Çaresizlik var. Bu gün bunun adı; Corona…
Bunun yanında; İkiyüzlülük var. Yalancılık, riyakarlık, hatta vurdumduymazlık ve belirsizlik,
hiçsizlik duygusu insanları değiştirmiş. Güvensiz ortamlar. İnsanlar evlerine kapanmış ne
yapacaklarını bilmiyor.
Neden gelmedin kaç gündür?
Yoğundum… İnsanları tanıyorum artık, bu süreçte. Ama sen başka geldin bana.
Nasıl başka? Ben insanlara yaklaşınca, onlar beni öldürmek, tutsak etmek, yakalamak ve ele
geçirmek için ellerinden ne geliyorlarsa yaptılar. Tanıyorum onları.
Fakat sen başkasın. Bana elini uzattın, yediğini paylaştın, muhabbet ettin, hatta yaralı
kanadıma pansuman yaptın. Beni sevdin. Bana iyi davrandın. Evet, sen başkasın. O nedenle
buradayım.
Haklısın. Teşekkür ederim sana.
Bana yapılmasını istemediğim bir şeyi, başkasına yapmam. En önemlisi, kadın ya da erkek fark
etmez, insanca davranmak, güven duyulmak, benim için çok önemli. O nedenle, ister insan
olsun, ister senin gibi zeytin gözlü beyaz bir güvercin, ben tüm insanlara ve canlılara aynı
duyguyla yaklaşırım.
Anlıyorum…
Beyaz bir güvercin olarak, kendi kanatların ile bu güne kadar uçman, zeytin göz olarak özgür
olman, mutlu olman, seni tutsak etmek isteyenlere inat, ben sana, senin bana gösterdiğin
samimiyet ve güvene, hiç bir zaman ihanet etmem.
Biliyorum… Nereden biliyorsun?
Bana çıkarsız ve amasız yardım ettiğin için. Uçmama ve özgür olama yardım ettin. Nasıl
unuturum. Başkası olsa, kedinin elindeki kuş gibi beni parçalayabilirdi.
Her gün geleceğim. Bekliyorum. Günler, aylar böyle geçti…
Pencereden bakan ve pencereye konan. Sevda kuşun kanadında. İnsan ve kuş. İnsanlar,
sadece diğer insanlara aşık olacak değil ya?
Bende bana her gün gelen, önce korkak ve ürkek, ama daha sonra kendi ayakları üzerinde
duran, güçlü, karakterli ve kanatları sevda için çarpan iki zeytin gözü olan, beyaz kanatları ile
bulutlarla dans eden, güvercin ile Corona günlerinde aşk yaşarcasına yine sıkıntılı, üzüntülü,
kaoslu günleri birbirimize moral vererek geçirdik.
Güven, samimiyet, dostluk, karakter her ikimiz içinde önemliydi. Çünkü hem o hem de ben,
yağmurlara, rüzgarlara yakalanmamıza rağmen, Corona günlerinde, birbirimize destek olarak,
canlı olduğumuz hatırladık.
İnsanlık, dostluk, güven parayla satın alınmaz. Bir kuşun kanadındadır. Yıldızdadır. Mavi
denizde, belki de dağlarda… Belki de iki santim kalın, cam bir bölmenin ardında.
Bilemezsin!
Bir bakarsın, pencereden bakarken, gelir. Bir bakarsın, o seni görmez, sen onu görürsün. Ya da
o seni görür, sen görmezsin. Ama Corona günlerinde, birbirine destekle hayata tutunursun.
Bir bakmışsın, sevda kuşun kanadında, Corona günlerinde aşk olmuş…
Karamsarlık, bir gün bitecek ve güzel günler gelecek. Kaderde ne varsa görülecek.
İsmini sormadım; ben ona ‘Zeytin gözlüm’ diyorum. O ‘mu? Bilmiyorum?
Ama güvenilen bir liman olmak, parayla alınamayacak en büyük hazine. Ve bu hazineyi zeytin
gözlü, beyaz güvercine açtım.
Tüm canlıların korunmaya ihtiyacı var; bu günlerde. Benimde. Bizimde, hepimizin…
Evde kalın, kitap okuyun, tavla oynayın, pencereden gelen geçenleri seyredin, yemek yapın,
yumurta kırın, ama kimseyi kırmayın. Kanatlar ince ve narin olur. Sonra pişman olmayın. Sevin
ama delice sevmeyin; kanatlarını kırmayın, onları hırpalamayın, boş yere üzmeyin, bu gün
Corona ile ayrı kalan hayatlar ve sevgiler, yarın bir hiç uğruna biri kara toprağa, diğeri kara
mahpushane odalarına gömülmesinler. Hayatları karartmayın.
Sevin; sevdiklerinizle güzel ve özel yaşayın aşkınızı; Ama sevdanın, aşkın bir kuşun kanadı gibi
narin ve kırılgan olduğunu unutmayın. Sizin kanadınızın kırıldığını düşünün, öyle yaklaşın öyle
davranın. Çünkü kanatlar kırılgan olur. Aynı zeytin gözlünün kanatları gibi.
Kendinizi onların yerine koyun…
Öyle karar verin ve düşünün. Corona günlerinde aşk; kuşun kanadında olabilir.
Belki; Sevda kuşun kanadındadır. Ürkütürsen tutamazsın…
Evet, ürkütmeyin sevdaları. Kırmayın kanatları.
*
ADAM
Adam; şehirlerarası yolda aracı ile seyahat ederken, aşırı hız ve yağmur nedeniyle direksiyon
hakimiyetini kaybetmesi ile birlikte, takla atarak tarlaya uçtuğunda; yolda seyreden araçlar
durarak, adama hemen müdahale etmek için yanlarına gittiklerinde, durumu çok kötüdür.
Aşırı kan kaybetmekte, bilinci ise yarı yarıya kapalıdır. Hemen ambulans ve trafik ekipleri
çağrılarak, yaralı adama acil müdahale edilmesi istenir. Ambulans ve trafik ekipleri geldiğinde
sağlık ekipleri, hızlıca aracın içinde sıkışan adama müdahale ederek, kan kaybını durdurmak
için çaba sarf ederken, diğer ekip üyeleri sedye getirerek ağır yaralı adamı ambulansa taşımak
için hummalı bir şekilde çalışarak, bir an önce hastaneye yetiştirmek için çaba sarf ederler.
Adam ağır yaralı ve bilinci yarı yarıya kapalı, dünya ile bağlantısını ha kesti, ha kesecek
durumda, yaşam ile ölüm arasında gidip gelmektedir.
Bu arada sağlık ekipleri, insanüstü gayret ile yaralı hastayı hayattta tutmaya çalışarak, bir an
önce en yakın şehrin hastanesine hızlıca gitmek adına, var güçleri ile yoğun mesai
harcarlarken; diğer yandan gitmek istedikleri hastane ile irtibat kurarak, hastanın sağlık
durumu hakkında bilgi vermektedirler.
Yoğun bir çalışma ve telaş içinde durumu ağır, kan kaybı çok ve bilinci, yarı kapalı hastayı
kurtarma adına, ambulans şöförü de ayağını kaldırmadan, gaza basarak sirenlerini çalarak,
hızla yol almaktadır. Yağmur sonrası kayganlaşan yol ve aşırı hız nedeniyle, ölüm ile yaşam
arasında kalan adamı kurtarma adına, kaygan zemin ve yola aldırmadan, tüm limitleri zorlayan
ambulans şöförü; gaza bastıkça basıyor, tehlikeleri hiçe sayarak hastaneye çabuk gitmek için
gayret sarfederken aşırı hız yapıyordu.
Bu arada sedyedeki adamın durumu daha da ağırlaşmış, ölüm ile yaşam arasında gidip
gelirken, ambulansın içinde de panik, korku ve telaş artmıştı.
Olanlar olmuştu!
Ambulans; kaygan yolda virajı alamayarak hastaneye, 1 km. kala bariyerlere çarparak yan
yatmış bir vaziyette ve içindekiler, sedyedeki adamı hayatta tutma adına, insanüstü gayret
gösterirken hem telaş, hem panik, ambulans şoförünün kararsızlığı ve dikkatsizliği sonrası
yaşanan kaza ile sedyedeki adam ikinci kez, kaza geçiriyordu.
Nasıl bir şeydi yaşananlar?
Adam için ikinci kez, hayatta kalma mücadelesi başlıyordu. Hastanenin yakın olması bir nebze;
adam ve ambulans için şans olsa da, sonuçta ağır yaralı bir hastaya, bu kez ambulans şoförü
de eklenmiştir. O da yaralıdır.
İkinci bir ambulans ve sağlık ekipleri, çok hızlı bir şekilde olay yerine gelip, yaralılara müdahale
ederek, ambulans içindeki hastayı ve ambulans şoförünü hemen diğer ambulansa bindirip,
hastaneye doğru yola çıkarlar. Bu kez; iki hasta için yaşam ile ölüm arasında gidip gelmeler
yaşanmaktadır.
Bir tarafta ağır yaralı, bilinci kapalı ve kan kaybı ile gidip gelen adam ile yine onun gibi yağmur
ve ıslak zemine aldırmadan, hayat kurtarma adına limitleri zorlayan ambulans şoförünün,
emniyet kemeri takılı olmasına rağmen; başını direksiyona vurarak yarı baygın bir şekilde
ambulanstadır.
Sonuçta; ağır yaralı ve ölüm kalım arası geçişler yaşayan adam ile birlikte, yaralı ambulans
şöförü, hastaneye getirildiğinde sağlık çalışanları iki hastayı acil servise taşımak için telaş ve
koşuşturma içinde, adeta birbirleri ile yarışırken; ‘Türk filmlerindeki’ bir sahne adeta yeniden
canlanıyordu.
Burası Türkiye misali!
Yaralı adamı, acil servise yetiştirmek için gayret içinde koşan servis elemanları, acil servise bir
kaç metre kala yerlerin temizlik ve hijyen nedeniyle, yeni silinmesi ve kayganlaşmasına dikkat
etmeden ve uçarcasına koşarken, beklenmedik bir şey oluyor; görevliler iki kez trafik kazası
geçirmiş, ölümle yaşam arasında gidip gelen adamı, sedyeden yere düşürüyorlardı!
Aman tanrım!
Olmadık şeyler oluyordu.
Bu arada sedyeden düşen ağır yaralı hastaya, kaygan zemine dikkat etmeyen görevlilerden
biride katılmış, başını yere vurarak bayılmış, yüzü gözü kanlar içinde kalmıştı.
Bastığın yere dikkat edeceksin.
Hele bu ülkede.
Zeminler her zaman kaygandır.
Bu kez, yere kafasını vuran görevlinin başı kanlar içinde kalmasına ve bayılmasının şaşkınlığı
yaşanırken, diğer yandan ambulans şoförü acil servisten içeri girmiş, ona ilk müdahale
yapılmasının ardından, kafası yarılan ve bayılan görevliyi arkadaşları yaka-paça, karga-tulumba
acile taşırken;
Yağış ve kaygan zeminde aşırı hız yapan, ağır yaralanıp hastaneye gelmek üzere, ambulans
şoförünün acelesi sonrası ikinci kez, trafik kazasına maruz kalarak, bilinci kapanan ve kan kaybı
yaşayan adam; bu kez acil servise metreler kala, görevlilerin dikkatsizliği sonucu sedyeden
düşürülerek, üçüncü kez kaza geçirmesi inanılmaz bir olaydı.
Aynı Türk filmlerindeki gibi…
Burası Türkiye!
Kolunda serumlar, pansuman yapılmış yaralar, kırılmış kaburgalar, yorgun ve bitkin bir vücut,
aşırı kan kaybı, rahat nefes alamama, bilinç kaybı derken; hemen ameliyata alınmasına karar
verilip, hızlıca yerden kaldırılıp sedyeyle ameliyathaneye taşınan adam; artık intikaları*
oynuyordu.
Ölüm ve yaşam arasında. Zaman hızla ilerliyordu acımasızca. Ameliyathanede dakikalar;
90+3’ü gösterirken doktorlar, son bir korner atışı için rakip ceza sahası içinde tüm takım
toplanmış, gol için canla başla çalışırken, ‘gol’ olsun diye yırtınırcasına çalışıp, hastayı hayatta
tutabilme adına mücadele içindeyken ekip; Doktor; insanüstü gayret ile adamı hayatta tutmak
için ceza sahası içinde, son saniyelerde gol ararken tam da ‘ O anda ‘umulmadık bir şey
oluyordu.
Doktor, son bir gayret ile topa vurup meşin yuvarlak, kale çizgisini geçmek üzereyken, statta
herkes gol diye ayağa kalkarken; o anda rakip takımın son dakikalarda oyuna giren oyuncusu,
topa müdahale ederek kale çizgisinden içeri giren topu çıkararak, oyunun beraberlikle bitmesi
için uğraşıyordu.
Top kale çizgisinin tamamını geçmemişti!
Umulmadık bir anda, ameliyathanede elektrikler kesilmişti. Doktor isyan etti. Buda mı, gol
değil? Adam adına nasıl bir şanssızlıktı?
Kendine güvendi; yağmurlu ve kaygan bir yolda hız yaptı takla attı, ağır yaralandı. Hastaneye
kaldırılırken içinde bulunduğu ambulans aşırı hız nedeniyle, yağmur ve kaygan yola dikkat
etmedi, ikinci kazayı yaşadı. Yine hastanede görevliler yerlerin yeni silinmiş ve kaygan
olmasına bakmadan, dikkatsizlik sonucu onu sedyeden düşürdüler. Ameliyathanede son anda
elektrikler kesildi.
Ve beklenmedik bir son.
Her yer gözyaşı ve hüzün.
Böyle bitmemeliydi?
Hakem maçı artık bitirdi diyerek, tüm takım ve doktor ceza sahası içinde çaresiz beklerken;
oyuna giren oyuncu zamanında müdahale ederek, topu çizgiden çıkarırken; top kendi defans
oyuncusunun eline çarpıp yön değiştirdiğinde, hakem maçı bitiren düdüğü çalarken; aynı
zamanda, penaltı noktasını gösteriyordu. Tüm stad, seyirciler ve oyuncular şaşkındı.
Maç, artık bitmiş ama son bir penaltı, temdit penaltısı ** kullanılacaktı. Top ağlarla buluşup ya
gol olacak, ya da olmayacaktı.
İnce bir çizgideydi adam. Yaşam ile ölüm arasında.
O anda, ameliyathanede ışıklar yandığında, doktor topun başına geçti. Kaleciyi sağa, topu
ağların soluna bırakarak galibiyet golünü attığında; stattaki seyirciler hep bir ağızdan ‘ Gol ’
diye bağırırken, üç kez ölüm ile karşı karşıya kalan hasta da, kurtuluyordu.
Gol… Sonunda başarmışlardı.
Yaralı adam, artık ameliyat sonrası uyanmalıydı.
Kurtulmuştu.
Bir el, omuzuna dokundu.
Baba… Babacığım… Lütfen kalk, uyan.
Maç seyrederken, uyuya kalmıştı adam.
Oğlu ve kızı ile evde yemek sonrası, maç seyrederken uyuyan adam; iyi bir şekerleme, yaptım
dedi içinden.
Kaza falan yoktu. Rüyaydı…
Ama gol vardı. Tuttuğu takım, gol atmış galip gelmişti. Bu kez şans onunlaydı. Güzel bir rüya
görmüştü. Ama bazı şeyler rüya olmayabilir. Hayatın gerçeği de vardır. Eğitim, kültür, bilinç,
yetişme, kendini geliştirme, alçak gönüllülük, iyi insan olabilme, karakter, dürüstlük, nitelik-
nicelik, ahde vefa… vs.
Parayla satın alınabilecek değerler olmayıp, paranın gölgesinde, kendisini güneşin yakıcı
ışığından korumak için kendinden olmayan, oluşmayan normları alamayacakları gibi onları
koruyan şemsiye, rüzgara, yağmura ve sıcağa karşı bir müddet korusa da, liyakatsizlikleri,
eğitimsizlikleri, kültürsüzlükleri ve niteliksizlikleri bir gün ortaya çıktığında, güneşin altında
dondurma gibi eriyeceklerini bilmelidirler.
Para her şey değildir. Olamazda.
Islak ve kaygan zemine aldırış etmeden, altındaki arabaya güvenip, hız yaparım diyenler
unutmasın, en güvenli arabanın şoförü sen isen; gerisi teferruattır. Gaza basarken, haddini
bileceksin! Dikkat edeceksin.
Baba dedi çocukları, galiba rüya gördün.
Evet dedi Adam. Rüya gördüm.
Ama sadece rüyaydı. Ama hayat gerçekti. Hayat; adam için önemliydi. Rüyaların onun için bir
önemi yoktu. Çünkü o; rüya gibi bir hayat yaşamış ve sadece onu hatırlıyor, hatırlayacaktı…
Diğerleri mi?
Kimse hiç bir şeyine güvenmemeli mesela; küresel iklim felaketi ile birlikte daha da yakıcı
olacaktır güneş. Sakın unutmayın güvendiğiniz ve sizi koruyacak sandığınız şemsiyeleriniz,
sıcağa, soğuğa, rüzgarlara ve fırtınalara dayanamıyacaktır. Güneşin, tüm şemsiyelerinizi
yakabileceğini unutmayın.
Güneş; bu durumda çarpacaktır sizi!
Hız yaparken dikkat edin. Ehliyetiniz; kullandığınız araba için yeterlimi? Denk mi? Birde ona
bakın. Altınızdaki arabaya değil, kendinize güvenin. Çünkü yollar ıslak ve kaygan; güneş yakıcı,
siz şöför olduğunuza göre sadece kendinize güvenin. Yoksa adam kadar şanslı olmayabilirsiniz.
Birde! Ayna da kendinize bakın. Ben neyim, kimim?
Toplum içinde, kendinizi aynada büyük görürken, küçücük beyninizle, dalga geçilen olmayın.
Kendine güven başka aptallık başkadır. Aşırı hız iyi değildir. Emniyet kemerine aldanmayın!
En güvenli arabada; çakma bir emniyet kemeri varsa? Çakma; saat, çakma eşofman, çakma
ayakkabı, çakma telefon, hatta çakma beyin… vs. Adam; gibi şanlı olamaya bilir, hatta boş
çuval gibi kendinizi, bir kamyonun arkasında bulabilirsiniz.
Adam mı? Her adam, adam gibi şanslı olmayabilir.
Şans bir yere kadardır.
Ama bilgi, tecrübe, nitelik-nicelik ve eğitim, başkadır.
Sen sen ol, toplum içine çıkarken; önce aynaya bak!
Kendine şu soruyu sor.
Ben kimim?
*(son dakika)
**(tek vuruş, gol olursa gol, olmazsa maç bitti)
*
PATRİYARKA YIKILMADIKÇA
Bugün ülkemizde, sosyal hayatın içinde değişikliler olduğunu, hepimiz biliyoruz ve bu olguyu
yaşıyoruz. Yine insanoğlu, Mars’ta yeni yaşam koşulları ararken, gelişen ve modernleşen
toplumlar, eskimiş ve köhnemiş düzenin yerine yeni düzenler inşa ederek, kadın erkek
dayanışmasına örnek çalışmalar sergiliyorlar.
Aynı zamanda yaşadığımız toplumda ‘İnsan’ olarak bizler, dünyaya gelirken kadın-erkek eşit
olarak dünyaya geliyoruz. Bu süreçte; ayakta kalma mücadelesi verirken, aslında Patriyarka
kavramının şekillendirdiği, biçimlendirdiği ve çevrelediği bir düzen içinde, yaşam mücadelesi
veriyoruz.
Evet; insan doğduğunda, kadın-erkek eşit olarak dünyaya gelir. Fakat şartlar daha sonra
Patriyarka ile değişir ve fabrika ayarları ile oynanır.
Nedir Patriyarka?
Hayatın; erkek bakış açısıyla biçimlendirilmesi olarak tanımlanan Patriyarka kavramı gündelik
dilde, daha çok ‘ataerkil’ olarak kullanılmaktadır. Kadınların üzerinde tamamen erkek iktidarı
olarak da niteleyebileceğimiz Patriyarka kavramı, kamusal alan-özel alan ayrımı, toplumsal
cinsiyet gibi maddelerle birlikte, feminizmin temel kavramlarındandır.
Cinsiyet eşitsizliğinin hakim kavramı, toplumsal üretime katılan kadınların yaşadığı sorunlar,
kadınların görünmeyen emeği, kayıt dışı çalışma vb. gibi konuları kapsayan, tüm şartlar ve
olgular bugün değil, 8.yüzyıldan bu yana hakimiyetini sürdürüp ‘Erkek Egemen‘ toplum inşa
ederek, kadınların ikinci planda olduğu bir dünya yaratıp, düzeni sürdürmüşlerdir.
Aslında, bu konudaki mücadele değişen dünya düzeni ile başlamış olsa da, sistemler ve
rejimler ile everilen bu paradigma, toplumlara göre değişiklikler göstermiştir. Bir tarafta
‘Marksizm’in ve Sosyalizmin’ şekillendirdiği düzen, diğer tarafta ‘Kapitalizmin’ şekillendirdiği
çift kutuplu dünyadan, bugün ise vahşi kapitalizmin pençesinde, yaşam mücadelesi veren
toplum düzenine geçiş.
İşte bu düzen, evrimleşerek bugün kadınların çalışma hayatında karşılaştıkları zorluklar, kendi
haklarını araması ve düzenin değişmesi gerektiğinin haykırışları, bu gün karşılık görerek,
kadınların hayatını olumsuz yönde etkileyen koşullar, sorgulamaktadırlar.
Evet,’ Patriyarka Yıkılmadıkça’ çağı yakalamak zor!
Malum; bugün Ülke olarak, büyük bir aşındırma ve dezenformasyon içindeyiz.
Siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda. Yine Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu
Cumhuriyet ve onun değerleri, bir bir tartışmaya açılmış durumda. Onun Cumhuriyet ile
hayata geçirdiği kazanımlar, başta insan hakları, kadın hakları, eşitlik ve çalışma hayatındaki
yenilikler, yaşadığımız bu dezenformasyon altında, her geçen gün eriyerek, geçmiş yılları aratır
durumda.
16 yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarı, özellikle kadınları, toplum, eğitim ve çalışma hayatı içinde
yok saymış, bu nedenle kadın ikinci planda kalmış, her gün artan taciz, tecavüz, cinayetler ve
darp olaylarına rağmen iktidar, ailelerin çığlıkları karşısında, özellikle kadınlar adına, yeterli
korumayı sağlayamamıştır.
AKP İktidarının, toplum düzeninde ve çalışma hayatı içinde, kadına bakış açısı kadınları ‘Meta’
veya ‘Hiçlik’ duygusu içinde kabul edip, varlıklarını yok saymış, aynı zamanda, çalışma
hayatında olmaması gerekir düşüncesiyle, kadınları evde çocuk bakan, yemek yapan, toplum
ile bağlantısı kopuk, erkek egemen toplumda sadece ‘Cinsel Meta’ kavramı gibi görülmesinin
algısını yaratmıştır.
İktidarın politikası budur.
Yok saymak.
Orta Doğu toplumlarında olduğu gibi.
Kadının adı yoktur.
AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Konya Milletvekili Leyla Şahin Usta, ‘Türkiye’de insan hakları
ihlali olduğunu dile getirmenin, abesle iştigal olduğunu’ söylemesi, AKP’nin insan haklarına,
kadın haklarına ve özgürlüklere karşı gösterdiği tutum, yaralara tuz basmaktan başka bir şey
değildir.
Düzen değişsin dediğimizde? Hop; noluyoruz.
Ama hangi düzen?
Patriyarka düzeni, erkek egemen ve ataerkil düzeni!
Kadınlarımızın, kızlarımızın, fiziksel ve psikolojik tacizlere maruz kalışı, dayak, taciz, cinayetlere
kurban gitmediği, iş yerlerinde mobinge uğramadığı bir toplumun olmasını istemek, eşitlikçi,
paylaşımcı bir düzen talep etmek, nerede kabul edilemez istekler olarak görülmüş?
Kaldı ki, Atatürk ile dünyada ‘Kadınlarımız’ seçme ve seçilme haklarını, bu gün birçok medeni
ve çağdaş ülkeden önce almış olmasına rağmen!
Toplumda genel anlamda ezilen, dayak yiyen, cinayete kurban giden, erkek egemen toplum ve
ailelerin yanında, toplumun her katmanında, kendi ayakları üzerinde duran, güçlü kadınlarda
yadsınamayacak kadar çoktur.
Onlar da, bu duruma isyan ederek, yapılanları kınıyorlar. Peki, bu güçlü ve donanımlı kadınlar,
topluma gökten zembille inmedi.
Aileleri eğitti, okuttu, yanlarında oldu. Hep destekledi ve onları hayata hazırlayarak, iyi bir
eğitim almalarını sağladı. Demek ki, en büyük eksiklik eğitim ve iletişim.
O nedenle önce ailelerin eğitimi.
Ama başka bir sorun daha var! Yeni Dünya Düzeni denilen yok etme kavramı, ‘Patriyarka’ nın
bitmesine ve yok edilmesine’ müsaade eder mi?
Esas sorunda bu?
Birde; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuda bir söylemi var: ‘Kadın ile erkeği eşit konuma
getiremezsiniz. O fıtrata terstir. Çünkü fıtratları farklıdır. İş hayatında hamile bir kadını, erkek
ile aynı şartlara tabi tutamazsınız. Çocuğunu emzirmek zorunda olan bir anneyi, bu tür
yükümlülükleri olmayan bir erkekle, eşit konuma getiremezsiniz’ dedi.
Kolay gelsin. Şimdi aslında yeni bir kapının eşiğindeyiz.
İktidarın bakış açısı ile toplumun genel bakış açısı arasında, farklılıklar var. İktidar Patriyarka
‘nın devamından yana.
Sorunda zaten burada. Eşit görülmemek. Eşitlik matematiksel olarak rakamlarda değil, önce
beyinlerde başlar ve eğitim ile perçinlenir. Önce beyinleri eğitecek, daha sonra kalpleri.
Fakat nasıl olacak bu iklimde?
Bekleyip göreceğiz, kış bitince mevsim ilkbahar…
Patrikarya yıkılmadan, toplum nefes almaz, alamaz. O zaman, kadınların yanında, mücadeleye
devam. Güzel ve aydınlık yarınlara. Benim için: Kadın ve Erkek eşittir. Nokta…
Eğitim, eğitim, yine eğitim; yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya…
Ve
Hukuksal anlamda destek.
Topyekün mücadele.
Patriyarka son bulana kadar.
*
KUŞ GİBİ
İki sığırcık kuşu dişi ve erkek birbirlerine iyice yaslanmış, yağan kardan korunmak ve geceyi
rahat geçirmek için adeta, nefesleriyle birbirlerini ısıtırken, onlardan yayılan enerjide
tünedikleri ağacın dalları üzerindeki karları da, eritmeye yetiyordu.
Uzun bir uçuş sonrası, geldikleri şehirde tanışan bu iki kuş, soğuk ve zorlu kış koşullarında
birbirleri ile yaşamak, gelecek adına birliktelikleri için kararlar alırken, aslında planlamanın bu
dünyada olmadığını, ne kadar plan yapsan da senden başka ilahi anlamda, senin adına plan
yapanın olduğunu unutup; tünedikleri dallarda, birbirlerine verdikleri enerji ile ısınırken, başka
bir yerlerde planlar yapılmıştı bile, iki sığırcık kuşunun istek ve duyguları dışında.
Kuş aklı işte…
Demeye gerek yok.
Çünkü onlar göç için uzun yolculuklar yapan, akıllı hayvanlar olsa da; çok istenilen, arzu edilen,
planlar yapılarak tasarımlarda bulunanlara inat; onlara bu gücü, aklı, beyni ve duyguyu verenin
de bir planı olduğunu unutup, kendi planlarını yapması; hee işte bu kuş aklıdır.
Dişi kuş erkek kuşa, ısındım enerjin ile kendime geldim. Aslında, gece yarısından sonra
bembeyaz karlar üzerinde hiç uçmadım dediğinde; neden uçmadın? Sorusuna dişi kuş şu
cevabı veriyordu. Korkudan… Nasıl yani der erkek kuş?
Kimden korktun? O da; her şeyden, herkesten, yabancılardan, diyerek sözünü bitirir. Sana
yardım edeyim hazırlan; uçsuz bucaksız beyaz örtünün üstünde, bu gece seni uçurayım.
Yaşamadığın duyguları yaşatayım, sana destek olayım, güven bana dediğinde; her ikisi de
bembeyaz karlar üzerine kendilerini bırakarak, çocuklar gibi oynadılar.
Bir oradan bir buraya, şelalelerin üzerinden yeşil çamların karla dolu dallarına, hatta
heykellere, anıtlara, tiyatro ve sinema binalarının tepelerine doğru uçarak, dişi kuşun hiç
yapmadığı hatta yapamadığı eylem ve uçuşları, büyük bir mutlulukla tamamlayıp, yuvalarına
döndüğünde; dişi kuş ağlamaya başladı. Neden? Niçin ağlıyorsun der, erkek sığırcık kuşu?
Sevinçten, mutluluktan ve ilk defa gece yarısı uçmak isteyip te, uçamadığım bu alanda beni
uçurduğun için teşekkür ederim diyerek, arkadaşının yanağına bir öpücük kondurdu. Zaten
uçuş sonrası terden sırılsıklam olan erkek kuş, bu kez aşktan sırılsıklam olmuştu.
Yan yana, el ele, diz dize, tüneyen ve enerjileri ile birbirlerini ısıtan kuşlar, mutluluktan
uçuyorlardı…
Kuş ya!
Ondan.
Artık gecenin ayazı çökmüş ve sıcak enerjileri ile uykuya dalmaya ve sabah kahvaltıya kalkmak
için can atan iki sığırcık, karanlık geceden sabaha doğru geçilirken, bulundukları ağacın hemen
ilerisinden, hışırtıları duydular. Kim di? Neydi bu hışırtılar? Her ikisi de uyanmış, hışırtılara
doğru kulak kabartmışlardı.
Avcılar olabilir di? Hayvan katleden zavallılar ya da, büyük bir yabani hayvan da olabilir diye
düşünürken; tünedikleri ağaç dalları yerinden sarsılırcasına, üç el silah sesi duydular.
Dan… Dan… Dan…
Dallara tünemiş bütün kuşlar, yüzlerce belki de binlerce kuş korkudan, ağaçlardan uçarak
adeta sonsuzluğa uçtular…
‘Münevver Karabulut, Özgürcan Aslan, Ayşe Özgürcan Usta, Şule Çet’ … vb. gibi kuşlar,
hayatlarının baharında uçtular…
Ne kötü. Ne hazin bir son!
Dişi sığırcık; neden gece sokağa çıkmaya ve uçmaya korktuğumu anladım mı? Dedi. Ses
çıkarmadı erkek sığırcık, sadece başını salladı, seni anlıyorum diyerekten.
Maalesef ülkemizde, dram yaşıyor kadınlarımız. Kadın cinayetleri kültürel dezenformasyonun,
aile içi şiddetin dışa vurumu. Yozlaşmanın, baskının, tahammülsüzlüğün ve ata erkil düzenin
21. yüzyılda devam ederek, sözde adına töre denilen, kadın erkek gözetmeksizin icra edilen
eylemlerin, neden ve sonucudur.
Sen plan yaparsın gelecek adına, birileri bir başka yerde plan yapar ve senin planlarını, boşa
çıkarır. Heveslerin kursağında kalır, hayallerin iki kör kurşuna, keskin bir bıçağa, ya da kör bir
testereyle denk gelir.
Çok acı!
Üzülme dedi, erkek kuş dişi kuşa, üzülme. Yanında ben varım. Güvenebilir miyim sana?
Elbette.
Korkma; katillerin, tecavüzcülerin, gözü dönmüşlerin elbette yaşadığımız toplumda yeri yok.
Mutlaka birine güvenmelisin, inanmalısın dedi. Biz erkekler hepimiz bir değiliz. Onların
yaptıkları yarattıkları korku iklimi, vicdansızlıkları, ahlaksızlıkları, tüm toplumu ve erkeklerin
hepsini güvensiz kılmaz. O nedenle, tünediğimiz dallarda, bana yanaşarak birbirimize
verdiğimiz enerji ile ısınıp özgürce uçtuysak, karlarda gece korkudan uçamadığın yerlerde ve
doğa da, bana güvenerek uçtuysan, benimle mutluysan, kalbin güm güm atıyorsa, ufak şeylere
takılmadan uçmaya ve yaşamaya bakacağız. Başka yolu yok.
Yine uzaklardan üç kez; Dan… Dan… Dan diye ses geldi.
Kuşlar korkudan ne yapacaklarını şaşırdılar. Dışarısı soğuk ve dışarısı tehlikeli. Bu kez
dallardan, gecenin karanlığında kaybolan sığırcık sürüsü yoktu…
Çünkü onlar daha ilk mermide, ilk bıçak darbesinde, ilk boğazlama da, uçtukları için başka kuş
kalmamıştı, ağaçlarda…
Uçan uçana…
Dünyayı terk eden edene…
Kör kurşuna, kör bıçağa!
Dişi kuş peki nerede bu kuşlar dedi?
Bu kadar belirsizlik, hiçsizlik, çaresizlik, liyakatsizlik, ehliyetsizlik içinde yaşama şansı
yakalayamayan, liyakatli ve kaliteli tüm kuşlar, bu memleketten göç ettiler dedi.
Göç mü? O nedir?
Geleceksizlik… Belirsizlik… Hiçsizlik… Çaresizlik…
Peki ya biz, ne olacağı?
Biz kış çıkana kadar buradayız. Onu çocuklarımız doğduktan sonra düşüneceğiz. Biz yaşadık,
biz yandık, aileler yandı, bari onlar yanmasın. Plan yapmayalım. Belki bizim için plan yapanlar,
onlar içinde plan yapmışlardır dedi.
Ardından, yine üç kez; Dan… Dan… Dan… Sesi duyuldu.
Dişi kuşun ayakları yerden kesilip, düşecek gibi olurken, erkek kuş onu kanatlarından yakaladı.
Korkma, korkma. Onlar avcılar değil, belediyenin çöp arabası. Boş çöp konteynerini araca
yüklüyorlar.
Kuş aklı, kuş yüreği işte.
Erkek sığırcık, dişi sığırcığa; bana gece yarısından sonra nasıl güvenip benim ile uçtuysan, sana
mutluluklar ve güzellikler yaşattıysam; ben güvenilmez ve kötü biri olsaydım; daha ilk
uçuşumuzda kanatlarını kırar, tüylerini yolardım.
Ama ben öyle biri değilim. Sadece; erkek ama masum bir sığırcık kuşuyum. O nedenle mutlaka
birine güvenmelisin bu hayatta. Benim yanımda, kanatlarımın altında, hatta kendi nefeslerimiz
ile birbirimizi ısıttıysak, gelecek adına da bana güvenmelisin.
Haklısın dünya kötü, insanlar güvenilmez, ortamlar tehlikeli. Ya bu dünya da, beraber yaşayıp
zorluklara göğüs gererek yolumuza devam edecek, hayatın tadını çıkaracağız. Ya da
güvenmeyerek, yeniden kendine tüneyecek güvenli liman, ağaç ya da dal parçası, bulmak için
yeniden bilinmeyen karanlıklara uçacaksan, esas tehlike burada.
Dikkatli ol! Bundan önce yaşadığını, yaşama şansın çok yüksek.
Tercih edeceksin. Ya kalacak, ya da başka diyarlara uçacaksın. Ama o zaman uçmak için
kanatların kalırsa.
Kuş aklı işte.
Düşündüğü şeye bak.
Onca yol kat edersin, kışı geçirdiğin coğrafyanın yolunu şak diye bulursun; ama böyle
yaparsan, umduğunu bulamazsın. Buldum dersin, uyandığında kanatların kırılmış, tüylerin
yolunmuş olarak kendini bulursan, sakın bana gelme.
Anlamadığın şey kuş aklınla güven değil, heyecan yaşamak adına, kendini karlar üzerinde
avcıların seni şişe geçirip kızartıp, üstüne de bir şişe şarabı içerek, of bugünde karnımız doydu
sözlerini, gökyüzünde yıldızlar arasında kaybolurken duyarsın.
İyi uçuşlar sana.
Unutma; bizim ülkemizde kuşlar, özellikle dişi kuşlar, özgürce gece uçamazlar.
Bu da bizim ayıbımız. Hem de büyük ayıbımız. Onları koruyamamak ise ayıptan öte;
beceriksizliğimiz. Kadınlar kuş olup uçarken, seyirci kalmak ise; gaflet ve dalalet…
Papağan kafesinden seslendi; Babacık, babacık uyan, sabah oldu. Sabah mı? Ne çabuk sabah
oldu. Ne güzel rüya görüyordum uykumda!
Kadınlar bizim ülkemizde, özgür mü acaba? Hayır.
Finlandiya'da bir kadın, ‘Başbakan Koltuğuna’ otururken; Taksimde kadınlar hak aradıkları için
ters kelepçe ile saçlarından yerlerde sürüklenerek, emniyete götürülüyordu…
Rüya'sı bile rüya bu ülkede.
Kuşlar özgür uçmalı bu ülkede.
Kuşlar bu ülkede zamansız terk ediyorlarsa dünyayı; önce çuvaldızı kendimize batırmalıyız.
Nasıl önleriz, nasıl yok ederiz bu aymazlığı diyerek?
Uçup giden hayatlar,
Uçup giden yaşamlar,
Uçup giden hayaller,
Hepsini siz uçurdunuz…
Siz… Siz… Siz…
Umursamazlık, vurdumduymazlık; hatta bir kereden bir şey olmaz, tavrınız ile.
Yazık!
Hemde çok yazık.
Uçup gitmesin artık hayatlar.
Uçup gitmesin…
Önce aynaya bir bakın!
Sonra çuvaldızı kendinize saklayın.
Neden zamansız uçuyor ülkemizde kuşlar?
Neden?
*
ATANAMAYANLAR
Sabah 05′ te kalkıyordu, Esra öğretmen işine gitmek için. Evet, sabah 05′ te. Mesleğini
yapamıyor ama geçimini sağlamak için mecbur çalışmak zorundaydı, diğer atanamayan
öğretmenler gibi. Temizlik firmasında, gündelikle çalışıyordu.
Ana caddede, büyük bir kaza olmuştu. Elindeki simit tezgahını tereddütsüz bırakıp, koştu
yaralıların yanına Ramazan. Tezgah bir yanda, simitler diğer yanda. Koşarken de bağırıyordu;
‘çekilin dokunmayın, ben sağlıkçıyım, yaralılar rahat nefes alsın’ dedikten sonra hemen kalbi
duran adama, ilk yardım yaparak, onu hayata döndürdü. O da, atanamayan sağlık çalışanıydı.
Simit satıyordu. Ne yapsın?
Kar yağıyordu, lapa lapa. Bir ses duyuldu soğukta; ‘eldiven, bere, atkı’ almaz mısınız? Eldiven
satıyordu, ama elleri mosmordu soğuktan. Giymeye yoktu. Hayatta kalmak evine iki yudum
ekmek götürmek için atanamayan eşine, yardım etmek için sokak sokak dolaşan, Pınar
Hemşireydi. Üşüyor ve donuyordu. O da atanamayanlardan dı, eşi ile birlikte.
Ve dün atanamayan, borcu yüzünden 6. kattan kendisini boşluğa bırakan, yaşamak yerine
ölümü tercih eden Öğretmen’ de bu kervana katılıyordu. Tıpkı atanamayan iş bulamayan,
evine ekmek götüremeyen, genç meslek sahibi insanlar gibi.
Çaresizlik, işsizlik, yokluk, açlık, fakirlik, hiçlik. Bunun gibi yüzlerce, hikaye barındırıyor bu
hayat!
Diğer yanda ise; yine İnstagram, Facebook yada Twetter’de 1 yaşındaki bebeklerine şatafatlı,
janjanlı, kına yakma töreni düzenleyen ve iktidardan nemalananların, boy boy fotoğraflarının
çekilip servis edildiği, yine Kasap Nusret’in, Türkiye’nin tanıtım yüzü olarak seçilmesinin
absürtlüğünü, yaşadığımız ülkemizde atanamayan; Esra Öğretmen, Sağlıkçı Ramazan, Pınar
Hemşire… vs diğerleri.
Diğer yanda ise; Kasap Nusret…
Suriyelilerin bile, daha iyi şartlarda beslendiği ve barındığı bir ülkede, dün bir müjde ile
uyandık.
Uzaya gidip, Ay’ a ayak basacak ve Ay madenciliği yapacak mışız!
Ne güzel! Hatırlarımsınız?
Daha önce damat, eski Bakan Albayrak Kocaeli’nde ki törende şöyle diyordu; ‘Vallahi Ak
Parti’ye o kadar güveniyoruz ki, Sayın Bakanım. Cumhurbaşkanımız çıksa şuradan Ay’a kadar 4
şeritli yol yapacağım derse, vallahi inanırız’.
İşsiz, yoksul, aç, fakir, çaresiz, zorda olan emekliler, yoksulluk çeken halk, pazarın, marketin,
kapısından giremeyen, gece yarısını hava kararmasını ve pazarcıların evlerine gitmesini
kollayan, artıklarla, bozuk ürünlerle, beslenmek durumunda olanların ülkesinde, kendi
burjuvazisini yaratıp, bir yanda ‘biftek ve jambonla’ beslenip, milyon dolarlık evlerde oturup,
pahalı arabalara binenler ile diğer yanda ‘kuru ekmek’ bulabilenlerin ülkesinde, büyük bir
müjde ile uyanmak, ne güzel!
Müjdeler üstüne, müjdeler!
Doğalgaz müjdesinden sonra biz vatandaş olarak Ay’a gidecek kadar daha, ‘hayaller’
kuramıyoruz. Çünkü aç, yoksul, işsiz ve çaresiziz…
Biz utancından hava kararmasını bekleyip, pazarcıların çöplerinden beslenip, sabah 05′ te
evden çıkıp kilometrelerce yürüyüp, evine ekmek götürmek için yağmurda, çamurda üşüyüp,
asıl mesleği öğretmen, hemşire, laborant, diş hekimi, kimyager, ana sınıfı öğretmeni… vs.
olmasına rağmen, hatta prim gününü doldurmasına, ya da yaşa takılan EYT’ liler… liyakatli,
nitelikli, eğitimli, tarafsız, partisiz, olmasına rağmen ayakta durmaya çalışan, önce karnını
doyurmak isteyen, insanca ve onurlu yaşamak isteyen bireyleriz.
Bizim Ay’ a gidecek kadar hayallerimiz yok. Sizin hayallerinizi bilemem?
Yeni Anayasa, Doğal Gaz Müjdesi, Demokratik atılımlar… vs. derken bugün AY yolculuğu.
Ay’ da ne var ki? Paramız var mı? Daha dün, IBAN numarası ile para isteniyordu. Şimdi Uzay’ a
gidiyoruz.
Bizim Uzay Yolumuz; Çağdaş, laik, modern, gelişmiş toplum. Açlık çekmeyen, yoksul olmayan
bireylerin olduğu, atanamayan liyakatli ve eğitimli bireylerin evlerine ekmek götürüp, intihar
etmediği bir dünya olmalıdır.
Çocuklar masallarla büyür. Ama büyüklerin masallara karnı toktur. Çünkü onlar evlerine
‘ekmek’ götürmek ister. Masallar karın doyurmaz. Bizim Uzay Yolumuz ile sizin uzay yolunuz
farklı. Biliyorsunuz, dünyadan 80 Km. yukarıda oksijen yok. Uzaya değil de, dünyada önce
insanları doyuralım. Ülkemizdeki yoksulluğu, çaresizliği bitirelim. İnsanlara aş, iş, güvenli
yaşam ve gelecek sağlayalım.
Biz Uzay Yolunu, 1970’li ve 1980’li yıllarda seyrettik. Kaptan Kirk ve Mister Spak. Ama onlar
hikayeydi. Bizim yolumuz ile sizin uzay yolunuz farklı. Önce insanın karnı doymalı. Sonra Uzay
Yolu. Önce karnımız doysun, her yönden dünya standartlarını yakalayıp, dışa bağımlı olmaktan
kurtulalım, kendimiz üretelim ve önce kendi halkımızın karnını doyuralım. Genç işsizlere çare
olalım. Enflasyonu düşürelim. Dışa bağımlılığımızı bitirelim.
Bu vaatler; halkın karnını doyurmaz. Bize masal değil, gerçekten iyi ve kaliteli bir yaşam lazım.
Hemde en acilinden…
*
TACİZİN RESMİNİ ÇİZERMİSİN
Cinsel İstismar Suçtur.
Merdivenlerden koşarak inerken, adeta uçuyordu. Gözlerinden boşalan damlalar, okyanusa
ulaşmıştı. Kirpikleri yapışmış, boğazı kurumuş nefes, alamıyordu.
Sokağa zor attı kendini. Şaşkınlık, kızgınlık, nefret… öfke.
Tacizcinin elleri boynunda gezinirken, hatta eteklerini kaldırmak üzere teni tenine değdiğinde,
soğuk terler boşandı vücudundan. Tir tir titriyordu, çaresizdi. Bir şeyler yapmalıydı, kurtulmak
için.
Üzerinde adam tam hakimiyet kuracakken, şans eseri masa üzerindeki ağır kül tablasını,
kafasına geçirdiğinde baskı, korku ve ter yerine bir rahatlama aldı. Çünkü adamın elleri
vücudundan düşmüş, bedeni yerde, kafası kanlar içindeydi. O korkuyla dışarıya fırladı ve gitti.
Ama nefes nefese…
Adam mıydı?
O da tartışılır.
Adam ‘insan’ olamaz. Hatta ‘hayvan’ bile olamaz.
Çünkü hayvanlara hakaret olur. Onların merhameti vardır. Bunların yok. Bu sapıklık, ruh
hastalığı ve sapkınlık başka tanımı yok.
Ama maalesef, her kadın ve kızımız bu hikayedeki gibi şanslı olmuyor.
Kadınlarımızın ve kızlarımızın fiziksel ve psikolojik tacize uğramaları, onların bedenlerinde ve
ruhlarında derin yaralar açarken, on yıllar geçse de, bu vahşi olayı açıklayamıyorlar. Onlarla
beraber, yaşıyorlar adeta. Ne kötü değil mi?
Taciz affedilecek bir eylem türü değildir.
Önemli değil; kravatlı, kravatsız, şalvarlı, fötr şapkalı, kasketli, eğitimli, eğitimsiz fark
etmeksizin bu bir hastalıktır. Evet hastalık. Hastalıklı ruh hali!
Yine okulda, evde, dershanede, hastanede, otobüste, trende, yolda, tenha sokakta, gündüz ya
da gece karanlığında, kadınlarımıza ve kızlarımıza yapılan, tacizleri bir an için kendimize,
yapıldığı düşünelim.
Ne yapardınız? Yapabilirdiniz?
Merdivenlerden nasıl ineceğinizi, sokak kapısından nasıl kaçacağınızı, boynunuza dolanan
yabancı bir eli, söz ya da eylemi, nasıl karşılayacaksınız?
Herkes şanslı olmuyor, olamıyor. Darp ve öldürmeye varan eylemler, kadınlara hayatı zindan
ediyor. Hatırlar mısınız? Kadın Bakanımız ‘çocuklara tecavüz edenler’ için ‘bir kereden bir şey
olmaz’ demişti.
Ne talihsiz bir söz. İkircikli bir davranış biçimi!
Her gün kadınlarımıza, kızlarımıza, fiziksel ve psikolojik taciz, darp ve öldürme olayları
artarken, düşünmemiz gereken şu olmalıdır.
Neden? Niçin?
Bunun yanıtını ‘insan’ olarak verdiğimizde, bunun önüne geçebiliriz. Buna; eğitim-eğitimsizlik,
cahillik-okumuşluk, ünvan-ünvansızlık, para-parasızlık… vs. temelinde değil, insan temelinde
baktığımızda gerçeği göreceğiz.
Önce bu psikolojik davranışın, ‘Hastalık’ olduğunu görmeliyiz. Ve toplum hasta.
Hasta olmasa, bu kadar ‘kadın cinayetleri, tacizleri, darp ve tehdit’ olayları olur muydu?
O nedenle, hukuksal anlamda ele alınırken, yetkililerin kendilerinin yaşamları konusunda,
olaylarla empati kurarak, ele almaları ve toplumun rahatlaması adına, radikal önlemlerle,
olaylara yaklaşması gerekir.
Mesela; bugün Covid-19 ile nasıl mücadele ediyorsa Devlet, bu olaylar içinde gerekli
hassasiyeti göstererek, kadın cinayetlerini, tacizlerini, darp olaylarını azaltacak önlemleri
alarak, yapabilir. Hatta daha fazlasını. Ama nafile bir istek, benim ki. Çünkü ‘Kanunların
yapıldığı mecliste ‘ 600 vekilin 96′ sı ancak kadın.
Şimdi bu Meclisten; Kadın Hakları Konusunda ne çıkabilir? Daha çok her zamanki gibi, torba
yasaların içine bunlar için ‘Af’ çıkacaktır tabi ki.
Yine 20′ ye yakın kadına, tacizde bulunan edebiyat dünyasının tanınmış ismi, yazar Hasan Ali
Toptaş gibi, ahlaksızların yaptıkları yanlarına kar kalmayacağı gibi, bu olay ile mağdur olan
kadınların gerçekleri yıllar sonra açıkladıklarında, gelinen nokta sadece Toptaş’ın yaptığı ‘özür’
açıklaması, kabul edilebilir mi?
Ya da nasıl kabul edilebilir? Kim kabul eder? Hoş görür?
Peki, yaşanılanlar yıllarca beyinde kalan kötü hatıralar, bozulan psikolojiler, depresyon hali,
sadece ‘özür’ ile geçebilir mi? Elbette ki Hayır…
Ve bunun gibi yüzlerce kadının tacizi, tecavüzü, darp ve öldürülmesinin, ailelerde yarattığı
kaygı ve üzüntü, korku nasıl tamir edilir? Edilebilir mi? Bu bir hastalık.
Ve toplum hasta!
Kadınlarımıza, kızlarımıza cinsel istismarda bulunanlar, yargılanıp ceza almalarının yanın da,
bir de kadınlarımızın hayata ile oynamanın bedelini, nasıl öderler bilemem? Ama bunun bir
bedeli olması gerekir, kanunen. Ve bir daha da topluma çıkmaları yasaklanmalıdır. Yok, öyle af
falan filan. Ne affı? Tacizin, tecavüzün, darp ve öldürmenin kadınlara cinsel istismarın, affı mı
olurmuş?
Bana tacizin resmini çizer misin Abidin?
Çizemem, ben insanım. Ancak insanlar için yorum yapabilirim. Cinsel istismar yapanlar, insan
olmadıkları için onlar, insani yöntemlerden anlamayacaklarından, Devlet onlar için gereken
kanunları çıkarmalıdır.
Son olarak; Kadın istismarının artık sıradanlaştığı ülkemizde, kadınlarımız, kendilerine yapılan
tacizleri, tecavüzleri, artık yüksek sesle haykırmalılar ki, ahlaksızların ve ruh hastalarının
maskesi düşsün, aynı yazar Ali Haydar Toptaş gibi.
Saklamak, içinde tutmak, yıllarca onun acısı ile yaşamak yerine, onlar acı yaşasınlar ki, belki
toplum bir nebze rahatlar.
Şimdi haykırma zamanı.
Kadın cinayetlerine son…
Kadın tacizlerine son…
Kadınlara fiziksel ve psikolojik baskılara son… vs.vs…
Ve Tacizciler tecavüzcüler, en üst limitten cezalandırılmalıdır.
Artık, mızrak çuvala sığmıyor. Artık, haykırma zamanı. Ve kadınlarımızın her zaman olduğu gibi
yanındayız. Onlara bu toplumda ikinci sınıf yurttaş gözüyle görenleri de; kınıyoruz.
Bana tacizin resmini çizer misin Abidin?
Ülkem gibi siyah-beyaz olsun.
Evet, siyah-beyaz…
Ne yazık ki!
Neden siyah beyaz, hiç düşündünüz mü?
Düşünün.
Neden tüm renkler bir arada değil de, siyah beyaz.
*
YILDIZLAR KARIŞMIŞ
Tanışalı kısa bir süre olmasına rağmen, kadın ve adam yeniden buluştuklarında, kadın sevdiği
adamı terminalde karşılamak için onun geleceği perona koşmuyor, adeta uçuyordu. Nasıl bir
duyguydu bu?
Anlam vermiyor düşünürken bile; adamı yıllar önce tanıdığını, evren’de aynı yıldız’da
yaşadıklarını, sonra bilinmeyen bir nedenle birbirlerini kaybedip dünyada tesadüfen bir araya
geldiklerine şaşırarak, nasıl olur? Dediğinde; adamda onun için aynı duygu ve anlamları
taşıdığını ona anlatarak, evet seni geçmişten uzunca bir geçmişten, tanıyorum diyordu. Böyle
bir tesadüf olamazdı. İnanılmaz dı. Sanki hiç ayrılmamışlar, hep birlikteymişler hayatı bu güne
kadar yine birlikte, paylaşmışlar gibi çift kaşarlı tost misali, birbirlerini tamamlıyorlardı.
Daha tanışalı, kısa bir süre olmasına rağmen yaşanılan ve hatırlanılan o kadar çok ortak özellik
ve nokta vardı ki. Sevdikleri yemekler, giyim tarzları, hayata bakışları, faaliyet alanları,
seçimleri vs… olmak üzere hatta burçları, duyguları; kopup geldikleri yıldız’da dünya da
karşılaşmaları büyük tesadüf olsa da, kadın adamı karşılamak için perona uçarcasına koşarken;
Otobüs terminale yanaştığında, her ikisi de yeniden görüşmenin ve bir araya gelmenin
heyecanı ile daha önce tanışan, beraber olan ama araya uzunca bir ayrılık girmiş iki sevgili
misali, birbirlerine sarılırken adeta kalpleri de birlikte atıyordu.
İki yabancı değil; birbirini tanıyan, ama uzunca bir süre ayrı kalan iki sevgili gibi sarıldılar,
kokularını içlerine çektiler. Her ikisi de, hem içlerinden hem dışlarından, birbirlerini yıllar önce
kaybeden iki sevgili olduklarını, yine birbirlerine adeta itiraf ediyorlardı. Gözlerinin içlerine
bakarak.
Sevgilim. Seni seviyorum…
Kimse kimseye yabancı değil, adeta geçmişte kalan bir hikayeyi tamamlamak için yeniden bir
araya gelen, iki kişinin hikayesi kaldığı yerden devam edecekti. Muhteşem bir karşılaşma ve
muhteşem bir yaşamın devamı gibi. Yediler, içtiler, gezdiler tozdular, el ele yürüdüler çocuklar
gibi şendiler.
Mutluydular…
Yarım kalan hikayeyi, yeniden yazarak tamamlayacaklar, geçmişin acısını çıkaracaklardı. Öyle
de oldu. Sinemaya gittiler, gece yarısı yağan karda dışarı çıkarak kartopu oynadılar. Kar da,
çocuklar gibi yuvarlandılar. Gece eğlencelere giderek stres attılar. Yemekler yediler, hatta
konserlere giderek arkadaşları ile eğlendiler.
Her ikisi de, geçmişin acısını çıkarırcasına oyunlar oynarken, ne kadar mutluydular. Kimse
kimsenin neyi sevip sevmediğini, sosyal ve kültürel farkındalığını, nasıl yaşadığını neler
yaşadığını, siyasi sosyal ve entelektüel mana da heyecanlarını, yaşam tarzlarını, görüşlerini
hatta geçmişlerini kurcalamayı bırak, her ikisi de ‘ O Anı ‘ yaşamak istercesine, hiçbir şey
düşünmeden geçmişten gelen ve burada tamamlayacaklarına inandıkları; Aşklarını
yaşamaktan başka kaygıları yoktu.
Günler, dolu dolu geçiyordu. Yemekler, sabah kahvaltıları, eğlenceler, konserler, tarihi ve
turistlik yerler gezilirken, sadece sevgi ve aşk vardı.
Bir gece konser çıkışı arkadaşları ile bir şeyler içip sohbet ederlerken, sevdiği adam masada
diğer bir arkadaşıyla sohbet ederken; konu masadakilerin entelektüel bakış açıları, dünya
görüşleri ile birlikte şekillenirken; ‘Yeni Dünya Düzeni, Büyük Orta Doğu Projesi BOP, Küresel
Baronlar, FED, Kapitalizm, Neo-Liberalizm, Faşizm, Marksizm… vs.’ sözlerini duyduğunda
şaşırıyor; bunları daha önce hiç duymadığını düşünürken; sevdiği adam bu kez, yanındaki
arkadaşlara bu yüzyılın sonlarında, 'Küresel İklim Felaketi' yaşanacağı ve bunun sonucunda
olması muhtemel, kuzey kutbunda buzulların eriyerek, denizlerin yükseleceğini bu nedenle
dünya da, ikinci kez kavimler göçünün yaşanacağı, sözlerini duyduğunda aman Allahım bunlar
nedir?
Sevdiğim adam neler anlatıyor derken?
Bu kez dünyanın ve ülkemizinde içinde bulunduğu belirsizlik, doların yükselmesi, yüksek
enflasyon, özelleştirme gibi kavramların BOP Projesi sonucunun gerçekleştiği, gelecekte kuzey
kutbunda yaşanacak erime ile insanların dünya da yaşayabileceği coğrafyanın ‘Eski
Mezopotamya’ toprakları olduğunu aslında BOP Projesininde bu amaç doğrultusunda
işlediğini anlatırken;
Konuya ve konulara hatta sevdiği adama; fikirsel, kültürsel, eğitimsel, siyasi ve sosyal anlamda,
entelektüel bakış açısıyla; geldiği yıldız kadar uzak olduğunu anladığında; sevdiği adam bu kez;
New World Order yani ‘Yeni Dünya Düzeni’ paradigmasını, masadakilere anlatıp, onlarla
ülkenin durumu hakkında görüş alışverişinde bulunurken; konuya çok uzak olduğunu anlaması
geç olsa da, sevdiği adama; bırak New World Order ‘i diyerek sözünü kesmesi ile masadan
ayrılmaları, bir anlık şaşkınlık ve heyecanın sonunda vedalaşıp mekandan ayrılırken, dışarıda
yağan yoğun kar yağışı da, artarak devam ediyordu.
Şaşkınlık ve kızgınlık sonrası, iki sevgili eve doğru yola koyuldular.
Konuya uzak kullanılan terimlere yabancı, duymadığı ve anlamlandıramadığı sözcükleri
yeniden düşünürken, sadece ‘ O Anı ’ yaşamanın ötesinde ve kendi dünyasının dışında, bir
dünya olduğunun fiziksel ve ruhsal mananın ötesinde kültürel, sosyal ve entellektüel manada
da, geldiğine inandığı Yıldız’ın uzaklığı kadar uzak olduğunu anladığında, iş işten çoktan
geçmişti!
Karşıdan karşıya geçerken, karlı zeminde frenlerine asılan araba, otobüsün arkasından birden
bire çıkan, kadına çarparak iki sevgiliyi daha hikayeleri tamamlanmadan, birbirinden
ayırıyordu…
Tam bir şaşkınlık, kaos ve ölüm hepsi aynı anda yaşanıyordu.
Sevdiği kadın, artık yoktu. Halbuki birbirlerini, ne kadar çok beklemişlerdi!
Beklenmedik bir son. The End… Hemde çok acı bir son.
Uzak yıldızlardan koparak, uzun yollar ve yıllar sonra dünya ya düşen iki yıldız parçası, yeniden
bir araya gelerek, yarım kalan hikayelerini yazmak için uzun yollar katetmesine rağmen, her
şeyleri ile birbirlerine benzediklerine inanan iki insanı, ‘kar ve araba’ birbirinden ayırıyordu.
Nasıl bir şey di bu?
İki Yıldız’dan biri artık bu dünyada, kütle çekim kuvvetine sahip olmayan enerjisini bitirerek,
sadece geldiği yıldıza gidecek kadar, küçük hatta küçücük enerjisiyle, yeniden uzun bir
yolculuğa çıkıyordu. Yıldız da olsa, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmeden Evren’de
yol alıyordu.
Ama burası dünyaydı.
Dünya gerçek bir yerdi. Yaşanılan, nefes alınan ve somut olayların vuku bulduğu bir gezegendi.
Belki yıldızlarda zaman ve mekan kaygısı, siyaset, siyasetçi, yaşam biçimi, zenginlik, fakirlik,
burjuvazi, proleterya, para, güç, iktidar savaşı, paradigmalar, sosyal statü… vs. gibi dünya
normları olmayabilir, doğrudur. Ama dünya da, yaşam kaygısı da vardır. Aynı zamanda. İki
sevgiliyi zamansız ayıran kader, aslında yine iki sevgiliyi bir araya getiren kader miydi?
Yıldızı; sonsuz evren’de babası ve annesi karşıladılar. Nerelerdeydin kızım? Yeşil gözlüm
dediler. O da başından geçenleri ve yaşadıklarını ailesi ile paylaştı.
Babası ona kızım, biz sana daha birçok program yükleyecektik. Ama sen, göz açıp kapayıncaya
kadar kayboldun.
Dünya hepimiz için yaşanacak mekan. Fakat burada yaşamak için; bazı farkındalıklara, bilgiye,
statüye, hatta normlara ihtiyaç var. Sadece iyi bir anne, sadece iyi bir baba, olmak yetmiyor.
Zaten bunlar bizim genlerimizde mevcut. Biz dünya da yaşamak ve hayatta kalmak için
genlerimizin ve ebeveynlerimizin dışında, sonradan edinilen norm ve paradigmaları doğuştan
değil, çalışarak elde ederiz.
Nasıl sen yaşamak, hayatta kalmak, aile kurmak için fabrikada çalışıp kendine bir dünya
kurduysan, iyi bir anne, iyi bir ebeveyn ve eş olduysan; bunlar senin için yeterli olsa da,
yaşadığın toplumun dışında, başka topluluklarla kültürlerle diyalog kurmak için yetersiz.
Yaşadığın dünyanın, toplumun, tüm katmanlarını fiziksel, kültürel, siyasi ve sosyal anlamda da
dünya düzenini, çevreni ve toplumun felsefesini de iyi bilerek, günlük iş ve koşuşturmanın
dışında; toplum içinde; yer, statü ve farkındalık kazanma adına, kendini doğuştan var olan ve
sana yüklenen, annelik-babalık vasfı haricindeki bilgilere de, sahip olmalısın.
Şimdi seni geri getirdik ki, seninde o geceki toplantıda, duymadığın, işitmediğin, özellikle
yaşayacağın dünyanın düzeninin nasıl işlediğini, yönetildiğini, yine dünyada egemen güçleri,
sistemleri, paradigmaları… vs. senin beynine yeniden yükleyerek seni, dünya ya geri
göndereceğiz. Dünya o kadar acımasız bir yer ki!
Sadece iyi ve merhametli bir insan ve anne olmak yetmiyor; bilgi, tecrübe, eğitim, siyasi ve
sosyal farkındalık, birazda entellektüel birikim ile her topluma angaje olabilir, hayatını idame
ettirirsin. Yoksa kendini yetiştirmez, geliştirmez, okumaz, araştırmaz hatta yaşadığın dünya
için neden ve niçin sorularını sormazsan günlük olayları, haberleri takip etmezsen, az yada çok
yaşadığın şehrin sosyal ve kültürel dokusuna angaje olmaz, siyaset anlamında yaşananları ve
yaşanılan düzeni sorgulamaz isen; dünyanın en iyi, hatta en muhteşem annesi olsan bile,
sadece anne olarak kalırsın.
Yani görevimiz; sadece iyi bir anne ve baba olmanın ötesinde, yaşadığın toplumda; bilgin,
görgün, eğitimin, kültürel ve sosyal farkındalığın hatta yaptıkların ile özel hayatının dışında
‘birey’ olmanın farkındalığını ortaya koyarak, toplumda kabul görürsün.
Şimdi yolun açık olsun kızım.
Eğitim, gelişmişlik, statü, toplumda kabul görme, öz güven, entellektüel birikim, farkındalık,
güvenebilirlik, söz söyleme, dinlenebilme, siyasi-sosyal-kültürel birikim ve diğer alt normlar,
doğuştan değil, sonradan edinildiği için; bunlar senin tercihin olarak gelişir veya gelişmeyebilir.
Şimdi yıldız, yeniden dünya yolunda. Yarım kalan hikayesini tamamlamak için sanki kırk elli
yıldır, tanıdığını ve ona karşı hislerini, dünya da yeniden yaşamak için daha hızlı yol alarak kat
etse de; acaba varmak istediği dünyaya ulaşacak mı? Ulaşabilecek mi? Yada yıldız, yıldızları
karıştırıp başka bir gezegene mi inecek? Onu da, şimdilik bilemeyiz!
Adam mı?
Onun için farketmez; yaşadığı evren’de, dörtyüz milyar Samanyolu galaksisi gibi galaksi ve bu
galaksilerin içinde de, dörtyüz milyardan fazla yıldız var. Mutlaka nitelikli ve nicelikli bir yıldız,
evren’den bu dünya ya düşecektir.
İyilik, güzellik, annelik, babalık, iyi niyet, kötü niyet, genetiksel özellikliler, saç, göz, deri rengi,
özelliklerinin yanında diğer özelliklerde lazım. Masada toplumda konuşulanları anlamak,
anlamlandırmak adına. Yoksa bu adam ne söylüyor, ne anlatıyor diyerek, bakar kalırsın.
Burası dünya.
Evet dünya…
Koltukta oturan Zeynep Hanım, kızının omzuna dokunarak uyandırdı.
Kalk kızım Fatma, ders çalışırken uyuya kalmışsın. Yarın sınavın var. Sen erken yatmayı
seversin, hadi yatağına git uyu derken; rüya gören Fatma, yatağına giderken şöyle diyordu.
‘Yıldızlar karışmış’ burası dünya…
Evet, burası dünya! Adamı çabuk rüyadan uyandırırlar.
Sonuç; Eğitim, eğitim, yine eğitim…
Yoksa boş bir çuval, boş bir kutu, ya da boş bir kişi olmaktan öteye gidemezsin.
Yıldızlar karışmış olmasın, sakın!
Yıldızlar karışabilir, belki bilmediğimiz milyarlarca gezegen içinde, belki de toz tanesi kadar
küçük bir yıldızda olabiliriz. Büyüklük, küçüklük, zenginlik, fakirlik… vs. önemli değil.
Bu dünyada, önemli olan önce nitelikli insan olmak, yine kendi çabanla donanımlı, bilgili olup,
çalışmadan, çabalamadan, geçmişten gelen zenginliklere sahip boş biri olmaktansa, toplumda
saygın, dinlenebilir ve kültürlü olarak, topluma katkı sunarak yaşamak, bence dünyanın en
büyük zenginliğine sahip olmak demektir.
Mühim olan bu dünya da ‘Yıldız’ olmaktır. Yıldızlar karışsa bile!
Unutmayın; Yıldızlar ulaşılmazdır!
Yıldız olmak ise zor değil, çok zordur.
Herkes yıldız olamaz…
Nitelik, nicelik, bilgi, donanım, eğitim, felsefi bakış açısı, yetişme, aile, çevre ve kendini
yetiştirme önemli norm ve paradigmalardır.
Para her şey değildir. Ama eğitim ve kültür, her şeydir.
Paradan da değerlidir.
*
KARANTİNA GÜNLERİ
Sabah evinden çıktığında, gördüklerine inanamadı. Çok sevdiği martılar ölmüş, sokağın her
tarafını kaplamıştı. Ne oluyordu? Alfred Hitchcock filmlerini aratmayan sahneler, adeta
canlanmıştı. Hızlı adımlarla diğer sokağa yöneldi. Manzara daha da korkunçtu. Serçeler,
kargalar, sığırcıklar, patır patır dökülmüş, hatta can çekişiyordu.
Korktu; rüya mı görüyorum? Yanaklarını tokatladı yaşıyordu. Daha dün gece huzurlu yatmış,
güzel rüyalar görmüştü.
Sabah kalktığında işine heyecan ile gidecek, arkadaşları ile buluşacak, iş çıkışında kahve ya da
iki kadeh atarak, dostlarıyla her zamanki gibi gırgır yapacaktı! Otobüse bindiği durağa
yöneldiğinde ise büyük cadde, baştan aşağıya insan cesetleriyle doluydu. Sanki Amerika
Teksas’ ta, kovboyların canı sıkılıp, birbirlerini düelloya davet ettikleri ve fütursuzca yine
birbirleri öldürdükleri, sahneler aklına geldi.
Nasıl olabilirdi?
Büyük caddeyi, savaş meydanlarındaki gibi ölüm kokusu sarmıştı. Her yer kan, her yer ceset ve
her yer ölüm. Korkunç bir manzara ile karşı karşıyaydı. Ne olmuştu bu insanlara, kuşlara ve
diğer canlılara? Dikkatini evlerin pencereleri çekti. Tüm pencereler açıktı. Perdeler savrulurken
rüzgarda, pencerelerin altında yatan insan yığınlarına gözleri takıldı.
Hepsi ölmüştü.
Bu kadar da değil dedi içinden; ne olmuş buraya? Korkunç manzara karşısında, vücudu ve ruhu
daha fazla dayanamadı. Yığıldı kaldı, ağlamaya başladı.
Ama hıçkıra hıçkıra. Çünkü her tarafa ölümün eli değmişti. Çaresizdi! Düşünemiyordu, hatta
aklını kaybedebilirdi?
Birden; uzaklardan kulağına bir ağlama sesi geldi. Kalktı, kendisini toparladı ve sese doğru
koşmaya başladı. Gözlerindeki yaşlarla.
Karşısına, devasa örülmüş duvarlar ve duvarın önünde yığılmış kalmış yaşlı, sakalı saçı ağarmış,
üstü başı pejmürde bir kıyafetle, oracıkta çaresizlikten taşa yığılmış adamın yanına yaklaştı.
Korkmuyordu artık, elinden tutarak kaldırdı. Ne oldu?
Beni buradan kovdular.
Eliyle gökyüzüne doğru yükselen devasa duvarları gösterdi.
Nereden? Bu gökyüzüne doğru diklemesine örülmüş tuğlalı duvarların ardından! Sadece tek
bir giriş ve çıkışı olan yerden.
Neden? Kim kovdu?
Onlar. Seni bu kan kokusunun içine atanlar, kim?
65 yaşını geçtiğim için beni ölüme gönderdiler. Burası dünya içinde başka bir dünya. Hani
dünyada yaşayan biz insanlar ‘cennet ve cehennemden’ bahsederiz ya, aslında cennet ve
cehennem yaşadığımız bu dünya!
Nasıl yani!
65 yaşını geçen kadın ve erkekler, şu an ‘Berlin Duvarı’ gibi kasabayı ortadan ikiye bölen, soğuk
savaş yıllarının Amerika ve SSCB’ nin ortaya koyduğu ‘Soğuk Savaş Senaryolarının’ bu günkü
dünyadaki versiyonu ve oyunları, yani ‘Yeni Dünya Düzeni’.
Biz Yeni Dünya Düzeninin insanlarıyız!
Arza doğru örülmüş kalın duvarların, yine büyük ve devasa boyutlardaki kapısı, gürültüyle
açıldı. Bu kez iki kadın ve iki yaşlı erkek sokağa bırakıldı. Tam o esnada kapıya doğru koşan
adam, kapıdaki adamlara seslendi.
İçeri girmek istiyorum. Olmaz.
Neden? Burası yaşanacak bir dünya değil.
Kaos, korku, ölüm ve kan kokusu, kasabayı adeta yerle bir etmiş. Sokaklar, caddeler cesetlerle
dolu. Yapabileceğim bir şey yok, diğer insanlar yerin altlarında yaşıyor.
Neden? Nasıl yani?
Çünkü biz buraya, 65 yaşın üzeri insanları bırakıyoruz. ‘Küresel İklim Felaketi’ sonrası,
buzulların erimesiyle okyanuslara kıyısı olan ülkeler yok oldu. Dünyada yaşanabilecek bölge,
sadece burası.
Bizde, yeni doğan tüm çocuklara çip takıyoruz. Yeni bir insan modeli yarattık. ‘Robotik İnsan’
suya, toprağa, besine ve yiyeceğe az ihtiyaç duyan bir nesil. Çünkü 65 yaş üstü insanların
bakımları, yaşamları, devletlere yük getirmeye başladı. Bizde bu formülü bulduk.
Hangi formülü?
‘Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir’.
Yani 65 yaşından sonra insanların, daha doğrusu ‘kölelerin’ yaşama hakkı yok. Bu devasa
tuğlaların ardında, yine başka devasa duvarlarla örülmüş, ikinci bir yaşam alanı var. Nasıl yani?
İki yaşam alanı. Evet, birinde dünyayı yöneten burjuvazi ve küresel baronlar yaşıyor, diğerinde
siz köleler.
Ölenler?
Onlar; buradan kovulduktan sonra yerin altında yaşamaya çalışıyor. Ne buluyorsa yiyiyorlar.
Neden ölmüşler? Onlar; gerek hastalık, gerek açlık, gerekse psikolojik anlamda kendilerine
uygulanan ve dönem dönem, acılarına son vermek için ‘Küresel Baronların’ emriyle gaz
verilerek, ya da yapay virüslerle zehirlediğimiz, 65 yaş üstü insanlar.
Siz katilsiniz!
Nasıl olur da, Hitlerin ‘Yahudileri’ gaz odalarında öldürüp, yaktıkları gibi yapabiliyorsunuz?
Hem dünyayı kirleten sizler, hem de insanları öldürende sizlersiniz.
Öyle! Git buradan!
Bugün artık dil, din, mezhep, tanrı yok. Tek tanrı bize yaşama fırsatı verenler. Yani bu devasa
duvarların içinde, yine başka bir devasa duvarların içindeki, Yeni Dünya Düzeninin babaları var.
Babalar?
Şimdi içeri girmek istiyor musun?
Hayır, gelmeyeceğim. Sen bilirsin. Neden gelmiyorsun? İçeride iki dünya var. Burjuvazi ve
köleler! Hatta köleler 65 yaşından sonra, köle olsalar bile ölüme terk ediliyorlar. Ben burada
kalacağım.
Ama biz dönem dönem gaz vererek, virüsler yaratarak, onları öldürüyoruz. Çünkü köleler, her
zaman ölüme mahkumdurlar!
Olsun, ben burada kölede olsam da, gazla, virüsle, 65 yaşındakiler öldürülürken onlar için bir
şeyler yapmaya çalışırım. Sizin orada; devasa duvarların ardında köle olarak yaşamaktansa,
ölümü bile bile, burada özgürce yaşamayı tercih ederim.
Kapılar ağır ağır kapandı.
Kendine yeni bir yaşam ve yeni bir dünya inşa etmeliydi. Bir müddet, yalnız yürüdü cesetlere,
kan gölüne basmadan. Şaşkın ve kızgındı.
Yeni Dünya Düzeni yani ‘New World Order’, nasıl böyle bir şey olabilirdi?
Uzunca bir süre yürüdü. Sokakları gezdi. Birden yağmur başladı. İlikleri ıslatırcasına. Etraf
temizlendi. Yer altındakiler yavaş yavaş, ortaya çıkmaya başladı. Caddeler, sokaklar, kanlar
yıkandı yağmur ile cesetler toplandı ve defnedildi.
Değişim başlamıştı. Bir adam yaklaştı yanına, elini uzattı. Merhaba, ben özgürlük.
Daha sonra yerin altından insanlar, kuşlar, kediler, köpekler çıkmaya başladı. Bulutların
ardından güneş yüzünü gösterdi. Hayat yeniden başlıyordu. Ve perde kapandı. Işıklar yandı.
Herkesin gözleri şiş ve yaşlıydı.
Filmin adı, Karantina günleriydi.
Çok şükür filmdi.
Hep birlikte sinemadan dışarıya çıktılar, bir müddet yürüdüler; karşılarında yine gökyüzüne,
arza kadar yükselen duvarlar ile karşılaştılar.
Şöyle yazıyordu duvarda, büyük puntolarla!
Yeni Dünya Düzeni. Köleler giremez.
Dünyada; ‘DEJAVU‘ yaşıyoruz.
Duvarların ardında, ama kendini yine duvarlarla koruyanlar.
Köleler ve babalar.
Evde kalın, kitap okuyun, televizyon seyredin, yemek yapın, camdan dışarıyı seyredin ama
‘Yandaş Kanalları’ seyretmeyin. Çünkü onlar gerçek dünyayı anlatmıyorlar.
Gerçek dünya burası.
Yani, insanın insanlıktan çıkmış halinin vücut bulduğu yer. Dünya…
Ve yenidünya düzenine hoş geldiniz.
Bizi bekleyen tehlike büyük. Bizler ve onlar. Av ve avcılar gibi.
65 yaş sonrası dünyada yoksun. Hangi dünyada; Onların dünyasında.
Yeni Dünya Düzeninde. Adı: New World Order. Bakın, 2019 Davos Toplantı kararlarına. Ne
dediğimi anlayacaksınız.
Şimdilik hoşçakalın. Merhaba yenidünya düzeni. Bundan sonra böyle.
Karantina günlerinden, özgürlüğünüzün kısıtlandığı yöne. Yenidünya düzeni; bize Dejavu
yaşatıyorlar…
Sonrası?
Daha kötü olmasın?
*
BİZE RÜYALARIMIZDA RÜYA SATMAYIN
Güzel bir yolculuk olacak dedi, içinden. Güzel bir yolculuk. Bu yolculuğa ihtiyacım vardı
diyerek, bavulunu bulunduğu vagonunda, koltuğunun hemen üzerindeki bölmeye koyarak,
sadece telefonunu ve kulaklığını aldı. Gideceği yere kadar müzik dinleyecekti, camdan
bakarken.
Vazgeçtim dedi, kendimden çoktan. Vazgeçtim!
Kolundaki saate baktı, zamanın durduğu gibi o da durmuştu.
Çünkü pili bitmişti. Ama zamansız! Ve yorgun…
Hep aynı soruları, sordu kendisine. Hep aynı sorular, dans ediyordu kafasında. Neler umdum,
neler buldum dedi içinden. Koltuğuna yaslanıp, kulaklığını taktıktan sonra tren, bir hayli yol
almıştı zaten.
Zaman dedi, içinden zaman.
Ne zaman kalktı tren? Farkında değildi?
Güneş trenin içini ısıtıp aydınlatırken, mutluydu. Oh dedi güneşli ve güzel bir günde, yeşil
uçsuz bucaksız topraklara, sapsarı papatyalara, ayçiçeklerine, leyleklere, kuşlara bakarak
yolculuk edeceğim.
Tam bunları düşünürken, trenin içi birden bire karardı. Ne çabuk güneşli ve parlak bir günden,
karanlığa girdik! Trenin içi hızla kapkaranlık oldu. Hemen ışıklar yansa da, gökyüzü, güneş,
uçsuz bucaksız tarlalar, sapsarı papatyalar, ayçiçekleri ve leylekler görünmez oldu artık.
Sadece kapkara taş duvarlar, hızla akıyordu gözlerinin önünden. Hapishane sessizliği gibiydi
içerisi. Kaskatı, kasvetli ve gri.
Biraz önce mavi ve yeşil. Şimdi taş duvarlarla kaplı, gri bir oda gibi. Şaşırmadı ama! Hayat bir
gün güneşli, başka bir gün sırılsıklam yağmurda, baştan aşağı ıslatmıyor mu? Dedi içinden.
Tünelin ucu çabuk görünür, inşallah diye de ilave etti.
Yaslandı koltuğuna, kulağındaki ritme uydurdu beynini. Tren hızla aksa da, tünelin ucuna
doğru uçsa da, pencereden taş duvarlar gözüküyordu daha.
Eskilere gitti, karanlıkta beyni. Fırtınalar görmüş, yağmurlarda sırılsıklam ıslanmış, kimi gün
düşmüş, dizleri yarılmış, elleri kanamış, zaman zaman gözyaşları, yağmurlara eşlik ettiği
günleri hatırladı.
Birde, Arnavut kaldırımlarında top oynarken, düştüğünde dizlerinin kanadığı aklına geldi.
Güldü, içinden. Özlemişti, Arnavut kaldırımlı mahallesinin yollarını ve arkadaşlarını.
Bahçelerinde, kelebekleri kovaladığı günler aklına geldi. Ayva ve erik ağaçları, kiraz ve armutlar
dalından yeniyordu.
Zaman dedi, zaman; çok acımasız. Benimle yaşlandılar, benden önce öldü anılarım diyerek,
dışarıya baktı. Halen taş duvarları aşamamıştı, içinde bulunduğu tren. Bazı geceler kabuslar
görürdü. Bilmiyordu, neden dünyada olduğunu. Neden buradaydı? Kimse kalmamıştı artık,
bugün kabuslarında bile!
Karşımıza almışız dünyayı, onunla boğuşuyoruz dedi içinden.
Aklımdan geçenleri anlatabilsem!
Gömülen gömülene, unutulan unutulana, gündüzler ayaza ve siyaha, hatta umutlar, sabaha
vurup gidenlere, zaman yenik düştü, ama meftun bu gönül dedi, içinden.
Meftun!
Tünelin ucu görünmüştü. Çünkü karanlıktan aydınlığa doğru süzülürken tren, güneş kendini
gösteriyordu. İçi yine kıpır kıpır oldu. Geceden sabaha, karanlıktan aydınlığa çıkar gibi yüreği,
kuş misali uçuyordu adeta.
Ama beklenmedik bir şey oldu.
Tren büyük bir hızla çıkarken tünelden, birden aynı hızla fren yapıyordu. Ne oldu derken, tam
o anda iki tren kafa kafaya çarpıştı. Büyük bir kaza. Ölenler, yaralananlar, büyük bir hasar ve
ardından sessizlik. Gözlerini açamıyordu. Ters dönmüştü vagonu, zor nefes alıyordu üzerine
düşen bavullardan, kırık cam parçalarından.
Zaman durdu.
Tam tünelin çıkışında, karanlıktan aydınlığa merhaba derken, bu kez yine karanlığa doğru,
yolculuk başladı.
Ölüyorum galiba dedi. Ölüyorum…
Sadece kulaklığından, etrafa yayılan müzik sesi duyuluyordu artık. Karşımıza almışız dünyayı
onunla boğuşuyoruz, sözleri yankılandı kulaklığından. Böyle mi olmalıydı, güzel bir günün
sonu? Böyle mi noktalanmalıydı hayat, daha yaşanmadan?
Oysaki pili biten saatiydi.
Zaman acımasız. Vazgeçtim dedi, kendimden çoktan. Vazgeçtim!
Gözleri kapandı, etraf zifiri karanlık, kulaklığındaki müzik, halen çalmaya devam ediyordu.
Duyamıyordu onu da artık. Neler umdum, neler buldum.
Hoşça kal…
Ve bir el uzandı ona.
Hafifçe değdi omuzuna.
Evlat, evlat… Treni kaçırdın galiba!
Gözlerini açtı. Nasıl yani?
Etrafına baktı. Uyuyakalmış, hatta rüya görmüştü, oturduğu bankta.
Ama Treni de, kaçırmıştı. Kalktı doğruldu yerinden. Ne kaza vardı, ne de yağmur. Pırıl pırıl bir
hava. Ama kabuslarından da, kurtulmalıydı artık. Görevliye sordu, bir sonraki Tren saatini.
Zamanı daha çok vardı. Doğruldu yerinden, kulaklığını taktı, başladı müzik dinlemeye. Halen
daha gördüğü rüyanın etkisindeydi.
Bizde yaşadık, bir rüya ama çok kısa sürdü. Çabuk uyandırdılar bizi ‘ O ‘ rüyadan, sonra
acımasızca kabus gördük, halen daha devam ediyor, kabuslar.
Yıllarca kandırdılar, oyaladılar, daha iyi adalet, daha iyi özgürlük, daha iyi eğitim, hukuk, sağlık,
daha iyi yaşam ve zenginlik vadettiler rüyalarımızda bizlere.
Bu gün hala daha, rüyalarda bize rüya satıyorlar…
Ve bizi ‘ O ‘ rüyadan uyandıracak bir el lazım. Vakit dolmadan. Çok geç olmadan.
Kabustan uyandırıp, geçmişte yaşadığımız rüyayı bize yeniden yaşatacak, treni kaçıran yolcuyu
uyandıran, şefkatli bir el gibi.
Onun şefkatli eli gibi. Kimin? Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün.
Bugün gerçek yaşamda, bizi rüya aleminde yaşatın ki, inanalım samimiyetinize!
Ama bize artık, rüyalarımızda rüya satmayın.
Atam ile yaşadık, gördük. Ondan sonrası; zaten ortada.
Hep kabus… Hep Kabus…
Ve parçalı bulutlu bir hava.
Hep; karla karışık yağmur…
*
SARDALYA KONSERVESİ
Onlar dipleri, karanlıkları, ışıksız ortamları severler. Işık ve yabancılar onlar için ölüm demektir.
Mümkün oldukça derinlerde, yaşamaya gayret ederler. Ama derinlerde hemcinsleri,
büyükbaşlar tarafından da, tehdit altındadırlar.
Yani altta, üstte tehlike.
Annesi ona Gümüş der. Gümüş gel aşağı, Gümüş git yukarı.
Sardalyalar arasında renginden dolayı, farklı çağırır annesi Gümüş’ü. Akranlarına göre çok
parlaktır hemen dikkat çeker. Bu özelliği Gümüş’e farklılık kazandırsa da, farklı oluşu
tehlikeleri de beraberinde getirir. O nedenle, annesi tedirgin olup devamlı uyarır kendisini.
Gümüş’te biraz haşarı ve meraklıdır. Her defasında; ‘Işıklardan uzak dur, bilmediğin kimselerle
arkadaşlık etme, kimseden bir şeyler alıp, yeme, içme’ der.
O da, masumane: ‘Olur anne der; ama çocuktur’ işte…
Bir gün uzaklara gittiğinin farkına varamaz. Işık ve sesler ile irkilir. Annesi aklına gelir, ama ilk
defa dışarıyı da görmek ister, yani dünyayı. Nasıl bir yerdir? Çok merak eder ve merakına
yenilir. Işığa doğru süzülür tam yukarıya çıkacaktır ki; balıkçı ağlarına takılır göremez, daha
küçüktür çünkü.
Eyvah der! Sıkıştım, şimdi ne olacak?
O esnada annesi Gümüş’ün uzaklara gittiğini, hatta ışığa doğru süzüldüğünü fark eder.
Peşinden gider. Ama Gümüş yoktur etrafta! Ne yapağını şaşırır ve başlar ağlamaya. O da ne?
Işığın üstünde yukarıda konuşan bir adam görür. Kimdir bu adam? Neler söylüyor, acaba
Gümüş’ü gördü mü? Yakalandı mı yoksa? Korkusu ve telaşı ile o da, karanlık denizlerden ışığa
yeni bir dünyaya merhaba der.
Birde ne görsün?
Sabahın alaca karanlığında, sisli ve soğuk bir sabah kuşağında, sandalında saçı ve sakalı
ağarmış, yaşlı bir balıkçı hem ağlarını topluyor, hem de ağa takılan Gümüş’ü, kurtarmak için
uğraşıyor.
Şaşırır. Hem sevinir hem de üzülür. Gümüş’ün annesi; Şimdi ne olacak?
Yaşlı balıkçı o esnada, Gümüş ile sohbet ediyor ve anlatıyordur; ‘Selam küçük balık, sen
buralarda yabancısın galiba! Seni ilk defa görüyorum; ailen, annen yok mu? Neden yalnız
dolaşıyorsun? Burası tekin sular değil’.
Adın nedir senin? Gümüş efendim; başlar Gümüş ağlamaya ama nafile yakalanmıştır bir kere.
Annemin sözünden dışarı çıktım, çok merak ediyordum dünyayı, ama sizin ağlarınıza takıldım.
Yani benimkisi sadece merak.
Korkma der yaşlı balıkçı, benden sana zarar gelmez; annen de seni aramaya çıkmıştır. Seni şu
ağlardan kurtarayım, ait olduğun yere denizlere ve annene göndereceğim, dediğinde yaşlı
balıkçının konuşmasına şahit olan, Gümüş’ün annesi sevinçten ne yapacağını şaşırır. Rahatlar
ve Gümüş’ün ağlardan kurtarılmasını bekler.
Bu arada yine alaca karanlıkta ve sisler arasından küçük kayıkları ile diğer balıkçılar, yaşlı
balıkçının ve Gümüş’ün yanına gelirler.
Gümüş, her yer sis içinde olmasına rağmen, balıkçıların ağladığını fark eder.
Dayanamaz ve ağlayan balıkçılara sorar. Neden ağlıyorsunuz?
Balıkçılar anlatırlar.
Benim küçük kızım, maganda kurşunlarının hedefi oldu. Daha 14 yaşındaydı; vuran kayıp.
Üzgünüm hemde çok üzgünüm. Nasıl kıydılar evladıma? Silahlar yasaklanmalı bu ülkede.
Diğerleri;
Kızım okuldan eve gelirken, ara sokakta gasp edilmek istendi direndi. 8 bıçak darbesi ile bugün
aramızda yok katili bulunamadı. Daha 17 yaşındaydı, nasıl yanmayayım?
Oğlum kaldırımda yürürken, hız yapan otomobili fark ettiğinde, çok geçti. 18 yaşındaydı. Katili
iyi halden, 6 ay yatıp çıktı nasıl bir adalet?
Kızım, sevgilisinden ayrılmak isteyince, 21 yaşında kurşunların hedefi oldu. Katili istediğimiz
cezayı almadı; İçimiz yanıyor… Adalet, adalet değil! Kim getirecek kızımı geriye. Kim getirecek?
Oğlum arkadaşları tarafından lise ’de, kız meselesi yüzünden bıçaklandığında 16 yaşındaydı.
Nasıl dayanacağım bu acıya? Nasıl bir toplum olduk?
Kızıma tecavüz edip parçalara ayırdılar, bavulun içinde çöpe atmışlar. 18 yaşındaydı. Katilleri
kayıp; daha ömrünün baharında kim yaptı bulunamadı, adalet nerede? Kızım kara toprakta,
onu öldüren ve parçalara ayıran kayıp. Nasıl olacak?
Oğlumu trene bindirdim kendi ellerimle. Daha 10 yaşındaydı, raylar göçen toprak nedeniyle
çökünce kazada kaybettim. Sorumluları yargılanmadı, beraat etti; Şimdi bu hak ve hukuk mu?
Nerede devlet? Ben onsuz nasıl yaparım? Vicdanlar körelmiş! Yargılanan, ceza alan yok. Ama
oğlumda yok. Bedelini kim ödeyecek?
Benimde kızım kayıp; Ölü mü? Sağ mı belli değil? Her Cumartesi Taksim’de toplanıp çare
arıyoruz. Mezarı olsun istiyoruz; gidip dua edebileceğimiz, mezar taşını okşayacağımız, gözyaşı
dökeceğimiz. Mezarı bile yok çaresiziz. Kim bulacak yavrularımızı? Gözü dönmüşler,
vicdansızlar, ahlaksızlar bu toplumda yaşadığı ve gerekli cezaları almadıkları müddetçe, bu
düzenden adalet ve hukuk tesisi edilmez.
Hatta İstiklal ’de her Cumartesi yaptığımız ‘Yavrumuzu bulun’ çağrılarımızı bile yasakladılar.
Çocuklarımızı aramayalım mı? Ne yapacağız? Bu acılarla nasıl yaşayacağız?
Hatta bir tanesi; benim yavrum yoktu, olmadı. Ama iki kedim vardı. Geçen akşam kulaklarını
kesmiş caniler. Diğer bir balıkçı ise dün akşam, kafası kesilmiş köpek yavrusunu, parka atıp
kaçmış vicdansızlar, insanlardan sonra hayvanların canlarına kıyan paranoyaklar ile yaşıyoruz
dedikten sonra;
Yaşlı balıkçı Gümüş’e dönerek;
Bak Gümüş; ‘merakın yüzünden canından’ olacaktın. Bu gün senin karşına ben çıktım. Ama
benim gibi yaşlı başlı, saçı sakalı ağarmış, vicdansızlarla da karşılaşabilirsin. Onların ağına
tuzağına düşebilirsin, büyüklerini dinle. Denizler gibi dünya da tehlikeli. Unutma!
Bugün onların eline geçseydin, ya konserve yada dondurucuda olacaktın. Gümüş diyerek,
nasırlı elleri ve merhametli yüreği ile ait olduğu maviliklere ve annesi ile güzel günler geçirmek
üzere, Gümüş’ü denize salar.
Vicdan, merhamet ve insanlık duygularıyla.
Gümüş ve annesi, artık ait olduğu denizlerde mutludur. Bir kez daha eli nasırlı, yüreği
merhametli, saçı sakalı birbirine karışsa da, vicdanlı yaşlı balıkçı sayesinde, özgür ve mutludur.
Peki ya..! Kurtarılamayanlar? Yavrularına kavuşamayan aileler?
Kör kurşuna, kör bıçağa, testereye, tabancaya, paranoyaklara, sapıklara, psikopatlara ve
onların sarıp sarmaladığı toplumda kim vurdu ya giden, katilleri bulunamayan veya gereken
cezayı almayan, hem insanlara, hem de hayvanlara eziyet çektiren, ruh hastaları?
Ne zaman gerekli cezaları alacaklar? Ne zaman?
Yazık bu topluma, çok yazık…
Siyasetçiler, psikolojik tedavi gerekli söyleminin altında, ne zaman kendileri için öz eleştiri
yapacaklar? Bu toplumu biz bozduk, biz bu hale getirdik söylemini, ağızlarına ne zaman
alacalar?
Hiç bir zaman. Sorunda burada.
Daha sonra bir gün arkadaşlar yemeğe davet ettiler, her şey var. Ama yemekte arkadaş bir ara
yerinden kalktı, elinde balık konservesi ile geldi; ‘Bunu unutmuşum mutfakta.’
Nedir o?
Balık konservesi; Ne balığı? Gümüş, dedi. Neee…
Aklıma bizim Gümüş geldi. Yaşadıkları inşallah ders olmuştur ona!
Çünkü buralarda vicdan, merhamet, iyilik, dostluk, ahde vefa kalmadığı gibi; Adalet’te
kalmadı.
Adı üstünde hikaye. Adalet mi?
Benim tanıdığım bir Adalet vardı. 40 yıl önce ailesinin yanına, Almanya’ya göç etti. Bir daha
haber alamadım kendisinden. Görürsem bildireceğim sizlere.
Balık yemek sağlık açısından önemlidir. Ama yemek kadar avlanmakta önemlidir. Dipleri
taramadan, denizleri mahfetmeden, küçük balıkları daha büyümeden avlamak ise Gümüşlere
yapılacak, en büyük vahşettir.
Gümüşler yaşamalıdır.
Evet; Aslında bu dünyada varolan tüm canlılar yaşamalıdır. Ancak ruh hastalarına,
pisikopatlara, canilere, katillere ve vicdansızlara, gerekli cezlar verilerek yeni yasalar
çıkarılarak, canlı hakları korunmalıdır.
Korunur mu? Her gün kadın cinayetleri artarak devam ettikçe, korunmadığı ortada.
Peki, ne yapılmalı?
Yasaları çıkaraların ‘empati’ yapmaları bence en doğru olanıdır. Empati yapın, bizim paramızla,
vergilerimizle koltukları işgal edenler…
Empati yapın. Empati yapın. Empati yapın..!
Çünkü Gümüşler kolay yetişmiyor? Aklınız başınıza; sizin Gümüş’ünüz kaybolunca mı
gelecektir?
Ne zaman elinizi taşın altına koyacaksınız?
Ne zaman?
*
KADININ ADI YOK!
‘İstanbul Sözleşmesi Yaşatır’
Dün Kadıköy’de; 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü kapsamında
yapılan yürüyüşe, Polis engeli vardı. Düşünebiliyor musunuz, nasıl bir ülke olduk?
Kadınlarımıza yönelik, son yıllarda tırmanan; ‘Kadına Şiddet ve Kadına Terör’ geniş bir
katılımla, Kadıköy’de kınanır ve tepki toplarken; devletin emniyet vasıtasıyla yaptığı engel,
güne damga vurdu. Polis kadınları yürütmek istemedi, engelledi.
Kadına şiddet, onu dövmek veya öldürmekle değil, onun haklı tepkisini sokakta haykırmasını,
hatta mücadele günü olarak kabul görmüş bu günde, haklı itirazını engellemek, yürütmemek,
konuşturmamak adına yapılanlarda, ‘Kadınlara’ şiddettir.
Erkek egemen bir toplumda, kadınlara yapılan hakaretler, dayak, sakat bırakma, yaralama ve
öldürme kısacası; fiziksel ve psikolojik tacizler, ülkemizde sıradan bir olay olurken, kadınlara
sahip çıkması gereken Devlet; dün kadınlara eylemlerini yaptırmama adına ; ’25 Kasım Kadına
Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Gününde’ zaten eşleri, sevgilileri ve aileleri tarafından,
seslerinin kısılmasına seyirci kalanlar, dün kendileri de, müdahale ederek yine kadınları hayal
kırıklığına uğrattılar.
Nedir kadınların çilesi? Bu baskıcı zihniyet karşısında.
Baba evinde; babası, abisi…
Koca evinde; kocası, oğlu…
İş yerinde; patronu ve/veya arkadaşları…
Toplumda; ahlaksızlar, kansızlar, gözü dönmüşler, vicdansızlar…
Canlarını acıtıp, dünyaya geldiklerini pişman ederlerken, dünyada en kötü ve en acımasız Arap
Toplumunda, ‘mutlak butlan’ yani ‘yok hükmündeki’ kadınlar; Avrupa’da mutlu ve aynı
zamanda, özgürlüklerini yaşarlarken, hızla Araplaşan ülkemizde, adeta 2.sınıf vatandaş
statüsündeler, kadınlar…
Sistem ve siyaset kadınları, uygulanan politikalar ve din tandanslı yaklaşım ve kuşatma,
ülkemizde kadınları daha çok vurmaktadır.
Yani;
Kadının adı yoktur…
Şişşt, gelin, karı… vs.
Saçı uzun aklı kısa… vs.
Kadının saçının teli görünmez, görünürse cehennemde yanacaktır.
Zaten sen somut olarak, bu dünya da; kadına karşı çağ dışı uygulamalarla; fiziksel ve psikolojik;
taciz ve tecavüzlerle; hayatını cehenneme çeviriyorsun. Hurafeler, önyargılar, toplum ve din
baskısı ile kadın, yaşarken cehennemde zaten.
Birde örnek olaydan soyut bilinmeyen, gidip ye gelinmeyen, afaki bir durumu göstererek, acı
çektiriyorsun. Bu günkü iktidarın politikaları, pes dedirtecek cinsten olunca, ‘Bu ülkede
gerçekten kadının adı yok’ isimli tiyatro sahneye konarak, oynanıyor.
Sadece kadınlarımız değil, kızlarımız, erkek çocuklarımızda, yaşanılan kaos ve bozulan
düzende, üzerine düşenleri alıyor. Bu ülkenin Kadın Bakanı; “Kurs ve Cemaatlerde” erkek
çocuklarına yapılan tecavüzlere seyirci kalarak, ‘Bir kereden bir şey olmaz’ perspektifi ile
baktığı pencerenin, tuzla buz olduğu bir ortamda, sadede kadınlarımız değil kızlarımız, erkek
çocuklarımızda, koruma altında olmalıdır.
Bozulan siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel çevre değil, aynı zamanda ahlaki çöküntü içindeki
toplum, ne yapacağını şaşırmış durumda.
Hele hele, Suriyeliler ile dezenformasyon yaşanan, Ülkenin sosyal ve kültürel yapısını bozan ve
ilkelerimizi, deformasyona uğratanlar, ahlakımızı ve aile yapımız ile birlikte, değerlerimizde
‘dumura uğratmış’ durumdalar.
İstiyorlar ki; herkes kendi seçmenleri gibi koyun olsun, her şeyi alkışlasın.
Yok, öyle sessizlik, vurdumduymazlık.
Şiddete maruz kalan kadınlarımız, kızlarımız, çocuklarımız, her biri bizim ciğerparemiz.
Nasıl kıyarsınız onlara?
Belki sizin duygularınız, değerleriniz, yargılarınız, hatta ruhlarınız taşlaşmış, buharlaşmış
olabilir.
O nedenle Ülkemizde; ‘Bugün gerçekten kadının adı yoksa’ bizi yöneten sizler, bunun suçlusu
ve sorumlususunuz.
Ellerini küçük bedenlerden çekemeyenler, oğlan seviciliği yapanlar, kızlarımıza, erkek
çocuklarına tecavüz edenler, kadınlarımızı öldürenler, fiziksel, psikolojik ve ahlaksız eylem ve
söylemlerde bulunanlar; bu toplumdan çıktığına göre, toplumun sizin sayenizde geldiği
duruma bir bakın.
Ahlaki erozyon…
Koca koca adamlar, ağızlarından salya akanlar, Suriye’den gelerek ülkeyi bozanlar, din ile
uyutup yine din ile kandıran bedbahtlar; ne diyeyim sizlere.
Şiddete karşı gelenlere; hele hele kadınlara, şiddet uygulamak nerede görülmüş?
Bizde.
Kadına kalkan eller kırılsın.
Erkek egemen bir toplumda ‘Kadına Yapılan Şiddeti Kınıyorum’
Başka söze gerek sanırım.
Bu ülkede KADININ adı yok.
Şayet olsaydı, bunları yazmayacak, konuşmayacaktık. Olmadığına göre halen daha yazıyoruz.
Herkes aynaya baksın.
Ne görecek bakalım.
Bu ülkede maalesef kadının adı yok.
*
KARANLIK GECEDEN ZİFİRİ AYDINLIĞA
Kadın, uçarcasına merdivenlerden çıktı. Asansör kullanmak istemedi acelesi vardı. Nasıl çıktı,
5. kata kadar kendi de bilmiyordu. Heyecanlı, korku dolu ve ürkekti. Koridorun sonunda,
hastabakıcılar yolunu kesti. Lütfen önlem için bizim size vereceğimiz, elbiseyi giymelisiniz.
Kadın tereddüt etmeden, yeşil elbiseyi vücuduna geçirdiği gibi, ‘Yoğun Bakım’ yazılı kapıdan
hızla geçerek, babasının yattığı bölmeye doğru koştu. Koşmadı, adeta uçtu! Arada cam bölme
vardı. Gözlerinden yaşlar dökülürken, hıçkırıklar salonu inletiyordu. Fakat ne adam, nede
kadın, birbirlerinin sesini duymuyordu. Adam, hastanede ve özel bir odada, makinalara bağlı,
camlı bölme ile sevdiklerinden ayrı yatıyordu.
İçeride belirsizlik, dışarıda da belirsizlik, korku ve hüzün! Bahar mevsiminde adeta ‘Kış’
yaşanıyordu. İçeride yatan babasıydı. Baba Babacığım, diyebildi, sadece. Elleri camda
dudaklarında, ‘Seni Seviyorum’ cümleleri, camda buhar yaparcasına kadının nefesi, camı
ısıtıyor ve yakıyordu. Belliydi kadının içi yanıyordu.
Daha onun için çok erkendi, ayrılık. Ama biliyordu, her şeyinde bir sonu vardı. Babasıyla, daha
çok işi vardı. Avrupa’yı gezecekler, yeni hikayeler yaratacaklar, daha fazla vakit geçireceklerdi.
20 yılın yalnızlığı ve ayrılığı ona olan hasreti, daha yeni sonlanmıştı. Ama babası da, yoğun
bakımdaydı. Amerika’ya gitmemeliydim, master için orada kalmamalıydım dedi, ağzından
dökülen cümleler buhar olup, adeta cama yansıyordu.
Bu arada, Adam el sallıyor, konuşamıyor, konuşsa da duyulmuyordu. Camlı bölmeden. Selam,
ben iyiyim mi diyor, yoksa elveda mı? Ya da, hoşçakalın. Bilinmiyor? Bu günlerde yaşanılan
belirsizlik gibi.
Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan, Corona Virüsü ile ilgili bilgilendirme konuşmasında: ‘Dua
edelim, sabredelim, kenetlenerek buna göğüs gerelim.’ dedi. Evet, dua etmek iyi dir, ruhsal
açıdan rahatlatır. Doğrudur, dua edelim.
Ama
Bilim insanlarının yakın bir zamanda ‘CORONA VİRÜS aşısını’ bulması için, dua edelim, yoksa
durum kötü. Bu vaka, dua ile beklemek, kenetlenmek ile çözülecekse, eyvallah.
Bakın İran’ a adı ‘Demokratik Cumhuriyet’ ama demokrasi orada, soyut bir kavram şu anda.
Sözde adı Cumhuriyet olan ülkeyi, mollalar yönetiyor. Ve her gün Corona’ dan yüzlerce insan
ölüyor. Dua ile olacaksa, İran’ da olurdu. Demek ki olmuyor. Dua yeterli değil, din hiç değil.
Hangi din ‘Virüsleri’ öldürmüş ya da aşı geliştirmiş?
Yine insanlar, hastanelere, eczanelere, doktorlara, kolonyacılara koşuyor. En basiti alkol bazlı
kolonya. Virüsler için bire bir. Diğer yandan, dinen alkol yasak! Nasıl bir paradigma?
Doktor, kadına sakin olmasını, yeni geliştirilen ilaçların ve geliştirilmekte olan aşının/aşıların,
insanlara umut olabileceğini ve babasının hastalığa vereceği tepkiyi beklemekten başka bir
yollarının olmadığını, ancak umutlu olduğunu söylüyordu. Kadın, gözlerini silip birazda olsa
rahatlıyor, doktora güveniyordu. Başka güvenecek kimse yoktu çünkü.
Doktora güvenmeliydi. Yoksa yanmaz kefen satan, yine sırat köprüsünden sorunsuz geçiren
terlik satan, Corona Virüsü ile görüştüm, bize uğrama diyen din bezirganlarına mı inanacaktı?
Ya da, kızıl denizi ortadan ikiye böldüğü söylenen, ata binip gökyüzüne uçan, ölen insanları
nefesi ile yeniden dirilten insanlara mı? Nerede bu insanlar? Onlarda senin gibi ölümlü.
Dünyada üstün özelliklere ve niteliklere sahip, hiç kimse yok. Tüm insanlar bu dünyada aynı.
Birbirinden farksız. Var mı; yürüyerek denizleri geçen, ölen insanları nefesleriyle dirilten, yada
asası ile denizleri yarabilecek ‘insan’ var mı? Yok.
İnanacaksan; soyut değil, somut elle tutulur, gözle görülür şeylere inan. Hurafelere değil.
İnanmak istiyorsan, gece gökyüzüne, yıldızlara bak. Evrene yani uzaya bak. O muhteşem
döngüyü seyret, o sesi içinde hisset, incele ve karar ver. Dünyanın ve gezegenlerin uzayda
salınımlarını düşün. Birbirlerine çarpmadan, çarpışmadan, evren/uzaydaki döngüyü seyret.
Gece yıldızlara bak. Sayamadığın kadar çok. Hatta evrende dörtyüz milyar gezegen ve her bir
gezegende bizim samanyolu galaksimiz gibi dörtyüz milyar yıldız kümesinin, nasıl olduğunu
düşün.
Gerçekten de tıp, son 50 yılda önemli bir mesafe kaydetti. Ama bunun yanında, siyasi İslam ve
bunun yarattığı, kurgu ve senaryolarda hızla arttı ve ilerledi.
Kadın sakinleşti. Düşündü, doktorun söylediklerini, ‘Bilim’ mesafe kat etmişti.
Ama dinde öyle; fakat hangi din?
Babası el salladı. Elveda! Gidiyorum.
Merhaba! Geliyorum. Ve bir anda ışıklar söndü.
Karanlık bir gece. Elveda kızım. Hoşçakal baba.
Ve karanlık bir geceden zifiri aydınlığa doğru bir yolculuk. Kadın hıçkırıklara boğuldu, nefes
alamıyordu.
O anda, omuzunda bir el dokundu; Kızım, kızım… Leyla… Leyla… Leyla…
Leyla evde yemek sonrası oturduğu kanepede, tilki bayıltması yaptığı sırada; rüya ve kabus
arası bir şeyler görmüştü. Hatta kötü bir kabus denilebilir. Sarıldı babasına sıkıca,
yanaklarından öptü sayısızca. Gördüğü rüyasını babasına anlattı. Babası kızını dinledi.
Ona şöyle dedi.
Leyla; gece uzaya, yıldızlara bak. Muhteşem evrene göz gezdir. Nasıl bir ahenk var göreceksin.
Adeta dans ediyorlar gezegenler, uzayda/evrende. Dünyamızın hem kendi, hem de güneş
etrafında salınımına bir bak. Muhteşem sesi dinle. Bizde doğduk, yaşıyoruz ve sonunda
öleceğiz. Benim gibi senin gibi insanların, yani ölümlülerin bizlerden hiç bir farkı yok.
Dünyamızın da içinde bulunduğu galakside evrende, diğer galaksilerde neler var bilemiyoruz.
Ve bu dünyada yaşamak zorundayız. Başka gezegenlerde yaşamamız mümkün değil.
Sanki biz insanoğlunun, yaşaması için dizayn edilmiş hatta kodlanmış bir yer burası. İşte, bu
dünyada akla, bilime ve somut olaylara, elle tutulan, gözle görülen nesnelere inan.
Leyla; Baba uzaya bak, evrene ve yıldızlara bak diyorsun. Galaksimizden ve bize sunulan
özelliklerden bahsediyorsun. Fakat dünyada yaşayan tüm insanların, birbirinden farkının
olmadığını da söylüyorsun. Burada herkes eşit. Üstün, farklı ve din bezirganlarının anlattığı
üzere, özel güçlerle donatılan insan yok. Olması da mümkün değil. Yok böyle bir şey. Biz,
hepimiz ölümlüyüz, bunlara inanma diyorsun.
Evet kızım, aynen öyle.
Ama sana şunu söylüyorum. Uzaya, yıldızlara, galaksilere bak diyorum. Evrenin büyüklüğünü
hayal edemezsin. Çünkü biz dünya dışında, ne olduğunu bilemiyoruz. Bilmek durumunda da
değiliz. Ne bizi, nede galaksiyi, evreni tasarlayanı kodlayanı bilmiyoruz.
Bak Corona Virüsüne.
Bilim insanları; İçindeki, temel yapı proteinin kodunu çözemedik. Bu kodu kim yazdı? Nasıl ve
nerede yazdı, yazıldı bilemiyoruz? Diyorlar, hatırladın mı? Bilmemizde mümkün değil. Bazı
şeyleri bilsek te, beynimizin kapasitesi kadar bilebiliriz. Nerede ve nasıl tasarlandığını, kim
tarafından kodlandığı bilemeyiz.
Dünyanın en iyi tasarlanmış arabasını, uçağını, telefonunu ve bilgisayarını alsan bile, onlar
nesnel olarak, neden tasarlandığını bilmezler. Tasarlayan insanlardır. Ve ancak Power
düğmesine bastığında, çalışırlar yani kinetik enerji.
Sonuçta enerjidir. Enerji olmadan hiçbir şey, hareket etmez ve çalışmaz.
O nedenle 13,8 milyar yıldır dünya, uzayda/evrende salınımına devam ediyor. Biz bilemeyiz ilk
patlamanın (Bing-Bang) nasıl ve kim/kimler tarafından kodlandığı? Hatta dizayn edilip
tasarlandığını, yine enerjiyi harekete geçiren gücü bilemeyiz, bilemeyeceğiz de.
Yada uzayın/evrenin yaratılışında, atomların hareket ve enerjiye dönme zamanını hatta varsa
bugünkü gibi ‘Power’ düğmesine basarak, harekete geçiren gücü bilemeyeceğiz. Hatta bilmek
zorunda da değiliz! Bizim işimiz de, bu değil zaten. Bunları çözecek donanıma, bilgiye ve
beyine de sahip değiliz aynı zamanda.
Yani dünyadaki insanların birbirine farklılıkları ve üstünlükleri yok. Korku ile yönetiliyoruz.
İktidar ve güç sahibi olmak için uyduruk hurafelerle, insanları korkutuyorlar. Bugün din
bezirganları, Corona için bir şey yapabiliyorlar mı? Hayır. Ama bilim insanları virüsün kodunu
çözmek için uğraşıyorlar. Aşı için çalışıyorlar.
Kızım; aşı ile korunursun, korunuyorsun. Vücuduna enjekte ediliyor. Corona için dua edenler,
okuyup üfleyenler havaya karışıyor yani; hepsi hava, gaz.
Bak bu işte; Görmediğimiz ama soluduğumuz havanın formülü burada.
Gaz Formül Oran(%)
Azot N2- 78.084
Oksijen O2- 20.946
Argon Ar- 0.930
Karbondioksit CO2- 0.034
Gece uzaya bakın, gündüz din bezirganlarına bakmak yerine.
Aşı bizi hastalıklara karşı korur. Şayet dua ile bu iş olsaydı, İran’da Corona vakaları olmazdı.
Seni yanmaz kefen, sırat köprüsünden geçiren terlik… vs. korumaz.
Bilime inanın, hurafelere değil ve bir gün, herkes ama herkes ölecek… Düşünün, ama ruhunuza
yenilmeyin, aklınızı kullanın. Karanlık geceden aydınlık yarınlara çıkmak istiyorsak;
Zifiri karanlığı önce yenmeliyiz…
Ve aynı zamanda ‘cahilliği, korkuları da’…
Gerçek, tektir.
Dünyada üstün insan yoktur.
Ve tüm insanlar ölümlüdür.
*
ÇOBAN KÖPEĞİ MİNİK
Minik o gece; karla kaplı ayaz gecede, şehirden uzak evlerinin bahçesine kurulu geniş ve ferah
kulübesinde, bir kulağı dışarıda, diğer kulağı içeride karnı tok uyuyordu. Birden uyandı ve bu
güne kadar, hiç duymadığı sesler ve iniltilerin geldiği yöne doğru kulak kabartarak, sesleri
dinledi.
Neydi bu yabancı sesler, gecenin bu vaktinde?
Karanlık ve sisli gecenin, nasıl sabaha döneceğini merak ediyordu. Aynı zamanda havada kötü
bir kokuda vardı. Yerinden kalkarak, havayı kokladığı yöne doğru ilerledi. Evlerinin biraz
ilerisinde bulunan, ormanlık alandan geliyordu bu sesler. Gerek içgüdüleri, gerekse burnu,
kötü kokular alıyordu; hatta tanıyordu bu kokuyu, kan kokusuydu..!
Minik iri bir çoban köpeğiydi, en babalarından. Büyük babası ve babası’da bu evde yaşamıştı.
Fakat onları tanıma fırsatı olmamıştı. Patron dediği sahibi ile çok iyi dostlukları vardı. Patron’
da şehir hayatından kaçmış, uzun yıllardır bu evde yaşıyordu. Ama patronun, neden şehirden
kaçtığını bilmiyordu. Bir kural vardı evde. Ne olursa olsun, Minik ’in bahçenin dışına çıkması
yasaktı. Minik ‘in hareketlendiğini duyan patron, bahçeye çıkarak Minik’e seslendi:
Ne oldu Minik?
Ormanlık alandan sesler ve iniltiler geliyor patron, aynı zamanda burnum kan kokusu alıyor.
Tamam Minik, sen kulübene geç, sakın dışarıya çıkayım deme.
Tamam patron, yarın bakarız.
Olur, yarın sabah gider bakarız.
Sabah; gördükleri manzara karşısında ikisi de şok olmuştu. Akşam burada bir katliam
yaşanmış, insan kılıklı canavar, kedinin kulaklarını kesip 7-8 yerinden bıçakladıktan sonra onun
üzerinde, sanki otopsi uygulamıştı. Korkunç ve iğrenç bir olaydı. Bunu insan olan yapamazdı.
Ama yapmıştı.
Patron;
Çok üzgünüm Minik, yapabileceğimiz bir şey yok artık bu saatten sonra, zaten karar tüm izleri
örtmüş, hadi evimize gidelim diyerek; evlerinin yolunu tuttular üzgün ve çaresiz…
Eve geldiklerinde ‘Patron’ Minik’e, içeri gel, sana bir şeyler göstereceğim.
Ne göstereceksin Patron. Sandık açılır ve içinden, iki adet fotoğraf çıkar.
Bunlar nedir patron? Bak bu büyükbaban yani deden, bu da baban.
Babam mı? Evet. İlk defa, görüyorsun ve onları hiç tanımıyorsun.
Yıllar önce büyükbaban, zabıtalar tarafından zehirlenerek öldürüldü. Yanına geldiğimde
yapabilecek bir şey kalmamıştı. İlk onu tanımıştım. Çok iyi bir çoban köpeği idi. Baban, elimde
doğdu senin gibi; ama bahçemizde kötülere, hırsızlara, uğursuzlara aman vermediği için çok
gürültü yapıyor bahanesiyle, bitişik komşularımız tarafından, gece bahçeye girilerek suyuna,
zehir katılarak öldürüldü.
Babam fark etmemiş mi? Baban, komşularımıza ve tanıdıklara karşı sakin ve uysaldı. Nereden
bilsin, onların cani ruh taşıdıklarını? Vicdansız olacaklarını!
Ağlamaya başladı Minik, gözyaşlarına boğuldu. Nasıl anladın peki?
Bahçemizde gizli kamera vardı. Oradan tespit ettik. Bak Minik onlar çok iyi dosttular, kimseye
zararları yoktu. Beni ve ailemi korumak için hayatları boyunca, mücadele içinde oldular.
Baban, komşularımıza ve tanıdıklara karşı sakin ve uysaldı. Onları dost olarak tanıdı ve bildi.
Ama yanılmış malesef. Onlar şimdi bir melek.
Ağlamaya başladı Minik, gözyaşlarına boğuldu. Peki, neden şehir dışında ormana yakınız,
insanlardan uzaktayız? Dünya çevre ve toplum bozuldu. İnsanlar birbirine küs, toplumda kavga
ve gürültü eksik olmuyor, insan kılıklı caniler, yine insan-hayvan ayrımı yapmadan gözleri
dönmüşcesine çevremizde dolaşıyorlar. Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ayırt etmek zor.
Onlardan kaçtım adeta!
Hele; büyükbaban ve babana yapılanlardan sonra insanlarla beraber, aynı ortamda olmak
istemedim. Aynı havayı solumak istemedim, sizlerden vazgeçemem ama onlardan vazgeçtim.
Bu toplumda özellikle sosyal medyada, kedi ve köpeklerin kulaklarını, kuyruklarını hatta
kafalarını kesen, onlara işkence edenlerin, paranoyak ve faşist duygular içeren görüntülerine
sessiz kalıp, hesap sormayanlar.
Hele hele; bu eylemleri yapanların gerekli cezalara çarptırılmaması, siyasilerin bu olayları
hafife alıp, yine sivil toplum kuruluşlarının ikircikli tutumları, hayvanların evrensel normlarda
‘Yaşam Hakkına’ saygı duyulmaması, çok acı.
‘Hayvan Haklarının’ yani ‘canlı haklarının’ yok sayılması, onları koruyucu yasaların
çıkarılmaması. Yine toplum bilincinin, yeterli eğitim ve ruhsal açıdan desteklenmemesi, bugün
sosyal ve kültürel aşındırmalar, hayvanlarımıza yapılan kötü ve çirkin muameleyi de,
arttırmıştır.
Yani minik, toplumda hayvanlara karşı yapılan katliamlar ruh hastalığı, psikolojik travma,
hayatların dejenere olmuş son halini yansıtırken; Bunu sergileyen, faşizan duygular ise
toplumun hasta olduğunu ve baskıların hayvanlar üzerinde, denemesinin ise hastalıklı
insanların bugün hayvanlara, yarın insanlara ne kadar büyük zarar vereceklerini bizi
yönetenlerin görememesidir. Bugün hayvanları katleden, 7-8 yerinden bıçaklayarak otopsi
yapan kulaklarını, burnunu kesen, ruh hastaları insanlara ne yapmaz? Bu bir hastalık ve
toplumun travma halidir.
Patron.
Evet, seni dinliyorum Minik; ‘bana, bahçeden dışarı çıkma, bizleri koru’ derdin. Görüyorum ki
haklısın. Ama bugün zarar hayvanlardan değil, insan kılığındaki canilerden, ruh hastalarından
geliyor.
Maalesef Minik öyle; bugün betona, taşa yatırım yapanlar insanlara yatırım yapsa, onları
eğitse, sosyal ve psikolojik desteklese, olaylar azalabilir. Bilinçlendirme ve hayvan sevgisini,
topluma aşılandırmak şart. Hayvanlarında insanlar gibi can taşıdığına; onlarında acı
çektiklerine inansalar o bile yeter.
Birde şu var.
Av meselesi ve avcılar. Eline tüfek alan avcı oluyor.
Farkında değiller? Soyu tükenmekte olan, geyik, karaca, tilki, kuşlar ve diğerlerini avlayarak,
sanki spor yapıyormuşçasına nesillerini tüketiyorlar. Bu spor değil katliam. Canın et yemek mi
istiyor? Git kasap’ tan al, spor mu yapmak istiyorsun, deniz kenarında, ormanda yürü. Ama
nedir o silahla hayvanları kovalamak? Silah spor malzemesi değil ki?
Birde papağan seviciler var. Hayvanları katleden…
İyi misin?
Evet patron…
Üzgün ve kızgınım.
Ailem ile beraber olamadım, onların kokusunu hissedemedim, onlara sarılamadım, doğum
günümde, karne heyecanımda yanımda yoklardı. Babamı tanımadım. Saçımı hiç okşayamadı,
onunla maçlara, basket oynamaya, sinemaya gidemedim, benim suçum neydi?
Suçun yok Minik, suçun yok!
Haklısın hem de çok haklısın. Öyle bir ülkedeyiz ki; ne senin ne de benim hakkım, hukukum
yok. Hadi; ormana doğru yürüyelim, ne zaman insan hakları ve hayvan hakları gerçek manada
bu ülkede uygulamaya koyulursa; o zaman şehre iner, insanların içine karışırız.
Bu vesileyle hayvanları koruyan, onlara sahip çıkan, onları bakan ve evlerini açan dostlara,
buradan selam olsun; kocaman yüreklerine. Hem hayvan hakları, hem de insan hakları geri
gelene kadar; hoşçakalın.
Ama havalar soğuk, bir kap su veya bir kap yemekte, kapımızın önüne veya bahçemize
koyalım. Kediler, köpekler, kuşlar aç kalmasınlar insan yüreği işte.
Onlarda; bizim gibi canlı.
Önce insan olalım ki; tüm canlılara eşit mesafede duralım.
Minik gibi baba bir kangal köpeği bile bu günlerde, travmatik hezeyan yaşayanların hedefinde
ise vay halimize.
Yine de siz hayvanlara sahip çıkın. Onları canilerden koruyun. Çünkü insan ve hayvanlar; birer
‘canlıdır’. Hayvanları sevmeyenler, insanlarıda sevmez. Biz her durumda onlara bakalım.
Çünkü onlar insanlar gibi konuşamaz, ayağım, başım, karnım ağırıyor, yada karnım aç
demezler/diyemezler.
Evet, dostlar sokak hayvanlarına sahip çıkalım.
Ve gercekler her zaman acıdır.
Yine de siz siz olun; sokak hayvanlarına, sahip çıkın koruyun.
Onlar bizim gibi canlıdır.
Tek farkımız; onların konuşma yeteneklerinin olmamasıdır.
Evet, konuşma yeteneklerinin olmaması.
Acı tarafı da budur.
*
SOKAK HAYVANLARINA YARDIM ETMEZLER, OY HAKKILARI YOKTUR.
Geçen akşam çarşıda, ‘George’ ile karşılaştım.
Ailesi daha doğrusu dedeleri, yaklaşık 40 yıl önce Finlandiya ‘ya göç etmişlerdi. Orada
doğmuştu ‘George’. Dedelerinin doğduğu toprakları merak etmesi, emekliliğinde onu buraya
getirmişti. Birkaç gündür buradaydı. Ama yaşadıkları ve gördükleri karşısında çok üzgündü
George.
Biraz dertleştik, geçmişten ve gelecekten bahsettik. İyi bir eğitim aldığını, orada soğuk kış
gecelerinde çeşitli maceralara katıldığını, insan hakları, hayvan hakları, canlı haklarının her
kesimde kabul görmesi, hatta UNESCO’ nun ortaya koyduğu ‘Canlı Hakları’ nın uygulanması,
orada onlar için hayatın olağan akışında, normal bir durum olduğunu söyledi.
Ne güzel.
Canlı Haklarının; yaşamın bir parçası olarak, tam bir uyum içinde tüm canlıları kapsadığını,
adalet ve özgürlüğün, aynı zamanda eşitliğin, tüm canlılar için geçerli olduğunu da ekledi.
Şunu da ekledi George; burada gördüğüm kadar, bırakınız insan haklarını, hayvan haklarını ve
canlı haklarını, ‘İnsanlar’ kendi haklarını bile savunamıyorken, nasıl savunacaklar diye de
ekledi.
Korkuyorlar. Çekiniyorlar. Tir tir titriyorlar, buradaki insanlar.
Anlamış değilim; ama bir kaç gündür şehri gezerken, analiz ediyorum; ekonomik sıkıntılar,
yaşam kaygıları, sizleri köşeye sıkıştırmış. Bırakınız hayvan haklarını, insanlar kendi menfaatleri
için bir gün siyaha beyaz, başka bir gün ise beyaza, siyah diyorlar.
Haklısın dedim. Bana ‘Adaleti’ sordu.
Hangi adalet?
Kırk yıl önce dedeleri Finlandiya’ya göç ederken, aynı mahallede oturan ‘Adalet te’ Almanya’ya
göç etmiş. Ailem, onu da görmemi söyledi dedi.
Bende; Bizim mahallede de vardı bir Adalet, oda İsviçre’ye göç etti. Daha dönmedi. Döneceğini
de zannetmen. Hiç gelmedi Adalet, gittiğinden beri bu ülkeye. Biliyor musun?
Haklısın dedi. George! Haklısın…
Peki, insanların, hayvan ve canlı haklarını hiçe saymasının en önemli nedeni ne olabilir?
Dedim.
Hayvanlar konuşamazlar, bir şey isteyemezler, hatta insanların dünya üzerinde dostu olan ve
onları koruyan ‘Sokak Hayvanları’ tüm mağduriyetleri yaşarken, insanlar onların yaşam
kaygılarını, korunma ve beslenme ihtiyaçlarını gözetmezler.
Neden?
Çünkü? Onlar yani sokak hayvanlarının, ‘Oy Hakkı Yoktur’.
Şaşırdım. Bunu hiç düşünmemiştim George.
Bende şaşırdım biliyor musun?
Neye? İnsanların oy uğruna bu kadar değiştiğini ve insafsız olduğunu.
Doğru söylüyordu George; sokak hayvanlarına yardım etmezler, çünkü onların ‘OY HAKLARI’
yok. Çok doğru.
Dedemler, babamlar ülkenizi çok methetti, eski günlerinizi.
Ama görüyorum ki, eski günler ‘eskide’ kalmış. Hayaller umutlar yok olmuş, toplum gelecek
kaygısı yaşıyor. Gücü eline geçiren sözde ‘Demokrat’ oluyor. Nerede o eski günler? Kal burada
yaşa desem de, nafile. Bu gün gidiyor George.
Peki, George kim? Anlattı…
Geçen hafta, Bandırma Levent Mahallesinde vahşice katledilen 3 köpekten biri, aynı ırktanız.
Alaska Kurt köpeği olarak, ben Finlandiya’ da doğmanın şansını taşırken, ırktaşım burada
doğmanın vurdumduymazlığı ile katlediliyor.
Hatta bakıcısı zehirlendikten sonra sokak hayvanları için kurulan, Geçici Bakım Evini arayıp
olayı ihbar etmesine rağmen, ‘biz sahipli ev köpeğine müdahale edemeyiz’ diyerek gelmeyen,
fakat vatandaşların tepkisi karşısında, çok sonra gelip ama yaşama tutunamayan, Alaska Kurt
köpeğinin yaşadıklarını duyunca; burada kalmanın benim için bir anlamı kalmadığı için hemen
dönüyorum. Burada sahipli-sahipsiz ayrımı bile var. Şaşırtıcı! Canlı olmanın kavramını
unutmuşlar.
Dedemin, babamın eski memleketi artık yok ve çaresizlik diz boyu. Haklar, özgürlükler,
demokrasi ve hiçsizlik insanları oradan oraya savururken, hayvanları düşünen bir elin
parmakları kadar az.
Peki, bir daha gelecek misin? Ömrüm yetmez. Yetse bile artık zor.
Bak, Adalet bile gideli ülkeden 40 yıl olmuş, Dönmediğine göre, bende dönmem artık dedi.
Evet, doğru söyledi giderken George. Oy veren insanlar bile kendi seçtiklerini sandıkta
belirleyemiyorsa, liderlerin belirlediği isimleri seçiyorsa, orada demokrasiden ve adaletten
bahsetmek abesle iştigal.
Yolun açık olsun.
Gittiğin yerlerde, ülkeden 40 yıl önce giden ADALETİ görürsen, onu çok özlediğimiz söyle. Ne
Adaletti ama! Şimdi geriye, onun resmi bile kalmadı.
Sokak Hayvanlarını özel günlerde değil, her gün korumalıyız.
Onlar bizler gibi canlı ve korumasız.
Güle güle George…
Bizi unutma!
Bu ülkede; sokak hayvanlarına yardım etmezler.
Çünkü onların oy hakları yoktur.
Şayet olsaydı; böyle olmazdı.
*
AYAKTA UYUYANLAR UYUTANLAR
Serçe; uzun süre yalnız uçtuktan sonra etrafta eşini bulamayınca, yorgunluktan konduğu
‘zeytin ağacı’ dalında soluklanırken, arkadaşı yanına geldiğinde eşini görüp görmediğini sorar.
-[Zeytin ağaçlarını rant uğruna keserseniz, kuşlar dallarında uyuyamayacak, insanlar
zeytinsiz kalacak. Hatta ekolojik düzen bozulacak.]
Hayır, cevabını aldığında kim bilir, hangi dalda pineklemiştir. Uykuyu çok sever, erkenden
uyumuştur. Ben ona sen kuş değil, tavukgiller familyasından olmalıymışsın derim hep.
Yorgun gördüm seni! Evet, yorgun ve birazda kızgınım.
Neden? Hatta duvarları kırasım, kalbimi yerinden söküp alıp, yerine büyük bir taş parçası
koyasım var.
Neden gülüyorsun şimdi? Kalbin elin kadar minnacık, yüreğine koymak istediğin taş çok büyük
nasıl olacak?
Olur olur. Taş gibi olur, hem de!
Sorun; zaten bende değil onda. Küçücük aklıyla, yüreğim bana meydan okuyor. Onun yerine
taş koysam daha iyi. Ben; beynimle hareket etmek isterken, yüreğim olmaz diyor. Yine ben;
aklımı kullansam yüreğim bu kez, söz dinlemiyor. Sorun bende değil, yüreğin söz
dinlememesinde. Olmazlara olur, olurlara olmaz diyor. Şımarık çocuk gibi. Artık; zaten yeni bir
karar aldım. Yüreği, saf dışı bırakıyorum.
Nasıl? Bunca yıl, onu dinledim. Onun sesi ile yönümü buldum. Her şeyimi, ona göre
programladım ama olmadı.
Neden? Nasıl? Niçin? Hep karşımdakinin şeklini aldım.
O çorba kasesi oldu, hop bende aynısı. O salata tabağı oldu, hop bende aynısı. O pilav
tenceresi oldu, hop bende aynısı. Bileşik kaplar yasası gibi o neyse, bende o oldum. İyi
niyetten. Ama artık yürek haddini aştı. Yeni yıl ile birlikte devre dışı. Kimsenin birleşik kabı
olmayacağım. Onun görüntüsüne bürünmeyeceğim, yine onun şeklini almayacağım. Yeter.
Ne olacaksın? Ne mi? Ben zaten beyinim. Doluyum donanımlıyım, tüm bilgiler bende. Ben
aslında, tüm vücudu yönetirim. Yürekte neymiş? Bak devre dışı şimdi. Artık ben; ben gibi
olacağım. O devre dışı olunca, bende beyin olarak özgür, mantıklı kararlar alacağım. Çünkü
yüreğin yerine, taş koyduğum için artık rahatım.
Kimsenin şekline, görüntüsüne girmeme bürünmeme, gerek yok. Zaten benim bir görüntüm
var. Sadece; yüreğimi devreden çıkardım. Aslında, olması gerekende buydu. Şimdi beynimle
daha rahat hareket edeceğim. Hiç olmazsa orada taş, yüreğin yerine özgül ağırlığı ile sessizce
durur. Beyinde rahat hareket ederek, olması gibi çalışır. Mantık devreye girer. Yürek devreden
çıkar.
Evet, aynen öyle…
-[Taş kalpli adam… Hayır, yüreğim taş]
Ama ayakta uyuyorsun sen. Yorgunsun, belli! Yok, ayakta uyumuyorum.
Kuş, değil misin sen? Kuşlar ayakta uyur… Sadece kuşlar değil ayakta uyuyan; yürekte ayakta
uyur. Uyutur…
Nasıl yani?
Yürek çabuk kanar havaya girer, kendini bir şey sanır. Duygusallaşır, ağlar, bağırıp çağırır.
Benimde düzenimi bozar. Kandırılır, cambaza bak derler yürek kanar inanır.
Ayakta uyur, uyutulur.
Annen seni, ayakta uyutmadı mı? Nasıl?
Doğduğunda; ayaklarında sallarken anneler, ninni ile biraz büyüyüp aklın erdiğinde masallarla,
daha da büyüyünce öcüler, sonra kedi ve köpeklerle, sonra da polis ve askerler ile korkuturlar.
Ayakta uyutulurken.
-[Anneler tüm masumane ve merhamet duygularıyla evlatlarını uyutur, masallarla,
ninnilerle; onlar bizim baş tacımızdır.]
Nasıl bir şey değil mi dünya? Uyuyan uyuyana, uyutan uyutana.
Ayrıca; büyüyünce parayla uyuturlar.
Nasıl?
Kapitalist dünyanın vahşi düzeninde, asgari ücret, zamlar, farklar… vs. ile sözde çalışanlara
büyük zamlar veriyoruz ayağına, janjanlı laflarla kandıranlar gözünün içine baka baka, sana sus
payı olarak göstermelik ücretlerle, zamlarla ayakta uyuturlar. Ama esas onlar aslan paylarını
alırken, ajitasyon ile seni uyuturlar. Masallarla, ninnilerle…
Yine en önemlisi; seninle aynı dala konanlar bir bakmışsın, sen dal üzerinde uyuklarken,
aslında seni uyutup, başka dallara misafir giderek, bir anda seni uyuturlar. Ninnilerle,
masallarla, ayakta uyutanlar gibi.
Sen sen ol, kendine mukayyet ol.
Siyasetçiler, yerel siyaset üretmek için sözde partilere ve siyasete alışmak adına; hiçbir siyasi
derinliği olmayan, niteliksiz ve niceliksizlerde, şişkin cüzdanların vermiş olduğu güven ve ego
ile siyasete girip, yerel Meclis’e yine çalışmak için geldik diyenlere, sakın inanma! Zaten
olmayan donanımları ile ne yapacaklar ki?
Uyutmak, uyutmak, uyutmak ’tan başka?
Patronlar çalışmaz. Onlar sömürmeye alışmışlar. Seni değil; gelecekleri ve kendi çıkarları için
orada olduklarından; çalışmazlar, toplantılara gelmezler, sadece vitrin ve reklam için
oradadırlar.
Seni toplumu, ‘Ayakta Uyuturlar’ ama tavukgiller familyasından olmayıp, uyumayanlarda var.
Nasıl?
Uyuyanları uyandırıp, hadi bilader kalk, bu durak son durak ineceksin derler. Toplumu ayakta
uyuttuğunu zannedenler, uyandırıldıklarında; ben uyumuyordum ki der (derler)…
Ne kadar komik değil mi?
Sen uyuyordun ve rüya bile görüyordun, seni gördüğün rüyadan, uyumayanlar uyandırıverir.
Şehrin koltukları onları hak edenlerin; donanımlı, nitelikli ve nicelikli olsun, cüzdanı değil,
kafası dolu olanlar gelene kadar, boş kalsınlar daha iyi. Boş tencereden gelen ses daha iyidir.
Kendisinin boş olduğunu anlamadan, şişkin cüzdanlarına güvenip boş beyinleriyle koltuklarda
uyumak yerine, gidin siz kendi evinizdeki, işyerinizdeki ‘Ceylan derili’ koltuklarda uyuyun.
Şehrin koltukları da, nitelikli ve nicelikli insanlara kalsın.
-[Siyaset, derinlik ister, kendini geliştirmeden, yoğrulmadan, pişmeden, damdan düşer gibi
girersen siyasete, tabi ki düşersin damdan]
Annelerimiz, ninelerimiz onlar bir melek. Onlar bizi büyütmek, geleceğe hazırlamak için evet
bizleri ayaklarında salladılar, uyuttular, masallar anlattılar, ninniler söylediler, çıkarsız, amasız
ve güzel yürekleriyle, bizleri büyüttüler. Onlar; bizim varlık sebebimiz baş tacımız. Onlara
bugün; erkekler tarafından reva görülen ve biçilen role/rollere isyan ederken;
21. Yüzyılda kadınlara yapılan fiziksel ve psikolojik taciz, darp ve ölümlere çare bulamayanlara
isyanım. Onlarda uyutuyorlar halkı.
-[Kadın cinayetleri artık politiktir. Kadınları; ikinci planda, hatta ikinci sınıf gören bir
zihniyet, bu sorunu çözemez]
Biz; bizi masallarla uyutmak isteyenlere inat, önce söz dinlemeyen, yüreğimizi söküp attık.
Yerine büyük bir taş bağladık. Kalbimiz yokmuş? Tabiki var. O zaten yaşam sebebimiz.
Bizi masallarla, ninnilerle kandırmak isteyenlere inat; 19 Mayıs 1919’ da, özgürlük ve
bağımsızlık ateşini yakarak, 29 Ekim 1923’te bize çağdaş, modern, laik ve demokrasi
normlarıyla donatılan bir ülke yaratan, sıfırdan inşa eden; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün;
felsefesi, doktrinleri ile büyüyüp yine onun ilkelerini içselleştiren biri olarak; bizim ışığımız
ATATÜRK ve onun bize bıraktığı çağdaşlık yoludur.
Gerisi yalan… Masallara, ninnilere ve hikayelere karnımız tok.
-[Bir kez daha ATATÜRK ‘ ü saygı ve minnetle anıyorum. Ruhu şad olsun]
Onun yolunun haricindeki tüm yollar, bizim için tehlikeli, karanlık ve çıkmaz sokaktır.
Beynim yaşananları, bizleri masallarla uyutanları görüyor. Boş niteliksiz ve niceliksizleride
görüyor. Bunun yanında hayatın tokatını yemiş masum, çaresiz insanları görürken; vahşi
kapitalizmin burada taşeronluğunu yapanları da, görüyor ve işte orada beynim ile kalbim,
devreye giriyor.
Üzülüyor, kahroluyor kalbim acıyor. Ama bizi masallarla uyutan ve uyutmak isteyenlere karşı,
yüreğimi söküp atıp, yerine taş bağladığım için bizleri uyutanları karşı, onlar gibiyim artık.
Onlara karşı, onlar gibi olacağım. Taş gibi.
Bağladığım taş, söküp attığım yüreğimin yerinde; beceriksizlere, kandıranlara, uyutanlara,
masalcılara, kadın cinayetlerine, dağları, denizleri yok sayıp, zeytinleri kesenlere, benim
vergilerimle alınmış Meclis koltuklarını dolduramayan, halkı uyutanlara, vahşi kapitalizmin
düzeninden beslenenlere… vs. isyanım.
İktidar olmak, koltuk doldurmak için gelenler ne verebilirler halka? Koca bir hiç…
İyi düşünün ülkemizin en iyi yılları; 1923 ile 1938 arasıdır.
Diğerleri mi? Onlar; bizim inisiyatifimiz dışında gelişen ve yaşadığımız kabuslardır!
Biz; 19 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkarak, özgürlük ve bağımsızlık ateşi
yakan, emperyalizmi denize dökerek Lozan’da diz çöktüren, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal
Atatürk ile birlikte, yeni Türkiye Cumhuriyetinin 1923 ile 1938 arası yaşadığı, gerçek hikayeden
başka hikaye tanımıyoruz.
Masallara, ninnilere, başka hikayelere… vs. hiç gerek yok.
Bizim hikayemiz belli. Atatürk ile yazılan; Türkiye Cumhuriyeti.
Ayakta uyuyan ve uyutanları biliyoruz.
*
KADIN CİNAYETLERİNİ DURDURACAĞIZ AMA NASIL?
İnsan olarak duygularımızla hareket ederiz. Sokakta yürürken kediler, köpekler kavga ederken,
hatta iki yaramaz çocuk veya çocuklar, kavga ederken bile içgüdüsel olarak onları ayırırız. Bu
çok normal, duygusal bir eylemdir. Ama toplum yaşadığı dezenformasyon ile kontrolünü
kaybetti. Özellikle kadınlar, tamamıyla kontrolden çıkmış ‘erkek egemen toplumda’ çok
mağdurlar.
Adam sokak ortasında karısını dövüyor, ayırmaya gelenlere: ‘Bırakın o benim nikahlı karım, siz
karışmayın, döverim de, söverim de’ sözleri ile karısını istediği gibi dövme, hatta öldürme
hakkına, sahip olarak görüyor.
Nasıl bir zihniyet?
Oldu; istersen koyun gibi boğazla, nikahlı olman ona tamamen sahip olma anlamına gelmiyor.
Peki ya devlet?
Toplum?
Aile?
Veya kurumlar?
Aslında, kadın erkek eşitliğinde (bizde eşitsizliğinde) karısını kendisinin kulu, kölesi olarak
gören zihniyet, bedenine sahip olmasının yanında, kadınların yaşam haklarına da sahip olarak
görüyor kendisini. Fiziksel ve psikolojik şiddet, uygulayabilir olarak görmesi ise tam bir vahşet.
Bu topraklarda kadının kaderi!
Ve bu topraklarda kadının adı yok!
Neden yok?
Kültürel, dinsel, ailesel, çevresel, fiziksel, hatta genetik mirasımızdan gelen içgüdüsel davranış
biçimi ve yaşanılan toplumsal dezenformasyon, bizi bu günlere getirdi. Yüzyıllardır geleneksel
ve ataerkil aile kavramında yetişen çocuk, evlendiğinde, ailesinde gördüklerini ve yaşadıklarını,
kendi evinde ailesine karşı uyguluyor.
Sorun da burada…
Fiziksel ve psikolojik şiddetin;
Yaşlısı genci, eğitimlisi, eğitimsizi, zengini, fakiri, okumuşu, okumamışı hiç fark etmiyor.
Toplumda; sosyal veya kültürel alanlar değişse bile, sosyal statü, kültürel farkındalık, hatta
burjuvazi olsanız bile genleriniz ile taşınan farklılıklar ve erkeklik dürtüleri, kadın erkek
eşitsizliğinde baskın taraf olarak karşımıza çıkıyor.
Mesela; küfür ve hakaret, yada fiziksel ve psikolojik şiddet, kadın erkek ayrımı olmaksızın suç
olduğunu hepimiz biliyoruz.
Ama erkek egemen toplumda, ailede yüzyıllardı aynı felsefede yetişen erkek, acımasızca suç
sayılan eylemleri, karısına uygulayabiliyor.
Neden? Geleneksel olarak devam eden düzen, toplum baskısı, uzak ve yakın çevre, kanunların
yetersizliği ve yaptırımların hafifliği, bu azgınlığı daha da arttırıyor.
Hatırlayınız, kadın Bakan yurtlarda taciz ve tecavüze uğrayan çocuklar için: ‘Bir kereden bir şey
olmaz’ demişti, hatırlarsınız. Ne kadar korkunç bir yaklaşım.
Yarın yani 30 Ağustos’ta İstanbul’da kadın platformları ‘İstanbul Kadın Meclisi’ olarak,
kadınların yaşadıkları bu dramı, masaya yatırarak çözüm yolları arıyorlar. Elbette ki çok güzel
ve önemli bir adım. Bu konuda yapılacaklar masaya yatırılacak.
Öneriler ve görüşlerin tartışılacağı bu platformda, aile, erkek egemen toplum, eğitim, kültür,
statü, zenginlik, fakirlik… vb. gibi eylemsel süreçler, gündeme gelecek elbette. Kadın
Cinayetlerini durdurma adına. Ama Kadın Cinayetlerini Nasıl Durduracağız?
Sorun burada?
Yüzyıllardır süre gelen ataerkil yaşam, coğrafya, din, iktidarlar, yaşam felsefesi, toplumun
iktisaden köleleştirilmesi ve uygulanan politikalar değişmedikçe ve kadın çalışma hayatında
yeterince yer almadıkça, laiklik ve çağdaşlık törpülendikçe, Ilımlı İslam felsefesi toplumda
yaygınlaştıkça, erkek egemen toplum her zaman, bir adım önde olacaktır.
Çocuk gelinler,
9 yaşında, kız çocukları evlenebilir fetvası verenler.
Dinsel anlamda, kadını fiziksel ve ruhsal olarak kapatanlar.
Cumhuriyet ve çağdaş yaşam dışı, yine dinsel eylemler son bulmadıkça.
Atatürk İlkeleri, halen daha aşındırılmaya devam ettikçe.
Cumhuriyet ve Demokrasi yok sayıldıkça.
Gericilik, hurafe ve Orta Doğu yaşamı, bize dikta ettirilmeye çalışıldıkça.
Ülkede, ‘Kadının adı’ yine olmayacaktır.
Yapılabilecek en büyük şey; Bize Atatürk’ün bıraktığı çağdaş ve modern yaşama sahip çıkarak,
kadınlarımızı köle olarak gören zihniyetin pençesinden, kurtulabiliriz.
Bugün iktidarın uyguladığı neoliberal politikalar, Türklüğün İslamlaştırılması, kadınların baskı
ve fiziki/psikolojik şiddet ile eve kapatılması, toplumun bilinçlendirilmesi, eğitim düzeyinin
geliştirilmesi, siyasi ve ekonomik bağımsızlık gibi hukuksal, demokrasi ve insan hakları
normlarının en üst seviyelere çıkarılması elbette ki, sorunların aşılmasında önemli
paradigmalardır.
Ama en önemlisi, kadın ve erkeğin ‘insan olma’ vasfının ön plana çıkarılarak, kadın/anne
olmadan, insanın dünyada var olamayacağının ortaya konulması ile birlikte; kadınları katleden
erkekler de şunları bilecek;
Bunun cezai müeyyidesi, yaptığım eylemin karşılığı olarak, aynen bana da bu cezanın
uygulanacak olması. Başka türlü eylemlerle bunun çözümü olmaz.
Düşünün; öldürülen sizin anneniz, kardeşiniz, ablanız, kızınız olabilir.
O zaman; tek çare yasaların daha güçlü ve caydırıcı olmasıdır.
Olur mu?
Bekliyoruz…
Bu ülkede Kadın Cinayetleri nasıl son bulacak?
*
ÖZGÜRLÜK
Özgürlüğün, Özgürlüğünüzün Bedeli Nedir?
Özgürlük herkese göre değişiklik gösterir. Kadına, erkeğe, ergene ya da çocuğa, parayla satın
alınmaz. Güzeldir, özeldir ve önemlidir.
Ama mesela; Mustafa Kemal Atatürk’e göre ‘Özgürlük Kavramı’ ‘Ya İstiklal, Ya Ölümdür’
bununla; özgürlüğü tercih etmiştir, ölümü göze alarak. ‘Özgürlük’ için kendi ve halkı adına,
mücadelenin içine girmiştir. Bedeller ödemiştir, ödenmiştir.
Ne için? Özgürlük için.
Peki ya siz? Özgürlük için bedeller ödediniz mi?
Mesela; evlilikte kadın için özgürlük; onun iyi gitmeyen evlilik dünyasında, sonunda bulutların
dağılması, güneşin yeniden içini ısıtması, içindeki çiçeklerin uyanıp, kuşların cıvıltısı ise; yani
ayrılık, ‘Özgürlük’ adına yeni bir başlangıç olsa da; belki bu özgürlük, çocuklar için annesinin,
babasından ayrılması ile onun özgürlüğünün başladığı yerde, yine annesinin dünyasının,
yeniden güneşin etrafında ahenk ile dönmesini sağlasa bile; çocuklar için bu özgürlük, kendi
dünyalarının yörüngesinden çıkması da olabilir!
Kime göre neye göre?
Erkek için özgürlük; onun adına ayrılık belki karanlık bulutların, dünyasını ıslatmadan önce son
kaçışı olsa bile; onun yağmurdan kaçışı, şiddetli yağmurlardan, fırtınalardan, korunma adına
özgürlük anlamı taşısa da, belki çocuklar için bu özgürlük, onların en şiddetli şekilde, iliklerine
kadar ıslanmasıdır.
Bilinmez!
Kavram özgürlük ise değişen kavramlar, özgürlükleri ve yaşananları, ya da yaşanacakları nasıl
değiştirecektir? Kendiniz mi özgür olacak? Yoksa ruhunuz, bedeniniz ve beyniniz mi? Fiziksel
olarak mı, ruhsal olarak mı özgür olacaksınız?
Mesela, büyük bir aşk ile evlenen genç bir kadının, yine genç yaşında ayrılması, çocuğuna hem
anne, hem de baba olması, hayat mücadelesi, evdeki bulutların dağılması, yeniden güneşin
açması beklense de, belki güneş o evden hiç içeriye girmeyecektir bir daha.
Bilemezsin? Girse de, bedenleri özgür kılsa da, yaşamın zorlukları nedeniyle, beyniniz özgür
kalacak mı?
Hatta evinizin çatısı bu süreçte yıpranıp, çökme tehlikesi geçirdiğinde, özgür olduğunuzda size
göre güneş içinizi ısıtmaya başladığında; belki her yağmurda, çatınız akacak veya şiddetli
fırtınalara dayanamayacaktır.
Ya da! Özgürlük adına prangalarından kurtulanlar; bedensel olarak özgürlüklerine kavuşsa da,
kadının ya da erkeğin, çocuklar ile bağı bu prangalarla yaşayacaksa, bir yanınız özgürlük, diğer
yanınız çocukların bileklerine bağlı prangalar bilekleri acıtacaktır, belki de kanatacaktır.
Bilinmez! Kan kaybına dayanabilecek misiniz?
Özgürlük için.
Özgürlüğünün bedeli; akan bir çatın, kırık camların, geçmişin yarattığı acılar…
Özgürlük önce beyinde başlar. Özgürlük ne hovardalık, ne soytarılık, ne vurdumduymazlık
nede fırsatçılıktır. Özgürlük adam olana, yeni bir yaşam alanıdır.
Ama karşılığı varsa! Neye göre özgürlük?
Özgür olmak için her türlü olumlu/olumsuz hayatın dalgalarına direnip, mücadele etmek ve
kazanmak ise; evet seçtiğin özgürlük senin adına güzeldir, fakat bağlı olduğun prangalarının
özgürlüğünü, kendi özgürlüğünün önüne koyduğunda, kendi özgürlüğünü yok saydığında; sen
özgür müsün?
Özgürlük adına, mücadele ederken, kendi özgürlüğünü hiçe saymak, seni özgür yapar mı? Bu
kez hayata yenik düşersin. Ve hayat acımasızdır. Bakmışsın göz açıp kapayana kadar geçip
gitmiş. Ne için mücadele ettin? Kendin için ama özgürlüğünü kaybettin, yine özgürlüğünü
kazanırken, farkında değilsin.
Özgürlük; hayattır, sen hayatın neresindesin? Aynaya bir bak. Ne uğruna özgürlüğünü
kazandın ve ne uğruna özgürlüğü kaybettin? Hesabını yap.
Sonra çıkan faturaya bak. Kime kesilmiş fatura? O nedenle, özgürlüğün bedeli nedir?
Özgürlük, parayla satın alınan bir obje değildir. Yaşayacağın hayatı, çıkacağın yolu tercih
ederken, aynaya bakacak, hesabını yapacaksın. Açık denizde, küçük bir sandal ile küreksiz
kalabilirsin, dalgalara dayanabilecek misin?
Ya da, en yakın karaya çıkmaya zamanın olabilecek mi? Dalgalara, rüzgarlara, fırtınalara
dayanabilecek misin? Özgürlük; açık denize malzemesiz, küreksiz, hatta yalnız başına çıkmak
değildir.
O aptallıktır…
Acılar yaşayabilirsin, yüreğin ağlayabilir, hatta kanayabilir, işte özgürlük senin seçtiğin hayatta
bir bedel ise; bu bedel nedir?
Seçtiğin özgürlük ile yüzleş aynada, bak ellerine, bileklerine ve yüreğine yara bere izi var mı?
Yok, prangalardan bileklerin ellerin ve kalbin yara bere içinde, prangalarının izleri halen daha
bileklerinde ise o zaman sen özgürlüğü değil, özgürlüğünü feda etmişsin, özgürlüğü seçerken.
Yaşam sizin.
Ama unutmayın. Bir gün herkes ölecek. Ve hayat, oyununa devam edecek…
Bedelini ödediğiniz her şey sizin özgürlüğünüzdür.
Özgürlük umuduyla.
Özgür olmayan dünyada…
Ve düşün hatta iyi düşün, özgür müsün bu dünyada?
Bedelini ödedin mi özgürlüğünün?
Ödediğin her bedel, özgürlüğündür.
Sen? Şimdi nesin, neredesin?
Neleri feda ettin.
Kazandın, kaybettin?
Neleri?
Özgürlük için…
*
DEMOKRASİDE DEMOKRASİ ARAMAK
Amerika’daki seçimleri, Biden’in kazanması ve Senato baskını ile devam eden süreç sonunda;
Biden’in yemin ederek, göreve başlaması sonrası ‘Demokrasi’ kazandı denildi. Hangi
demokrasi?
Sıkı koruma ve silahların gölgesinde, yemin edilen ‘Demokrasiye bağlılık’ kavramı mı?
Halen daha bitmeyen ‘Irkçılık’ siyah-beyaz ayrımının yapıldığı, hatta tavan yaptığı bir ülkede?
Yine o ülkenin dünyaya ‘Demokrasi’ götürmek için ülkeleri, yakıp yıkması mı?
Trump’ın demokrasisi mi? Biden’in demokrasisi mi?
Demokrasi kavramı ülkelere ve kişilere göre değişmez. Fransız ihtilalinden bu yana halkın
egemen olduğu, yine halkın kendi içinden yöneticiler seçtiği sistemde, bu gün bizler gerek
dünyada gerek bizde, acaba kendi içimizden yine kendi özgür irademiz ile
yöneticiler/siyasetçiler seçebiliyor muyuz?
‘Demokrasi’ kavramı, tektir. Öyle de olmalıdır. Ama öyle mi dir?
Kapitalizm Demokrasisi, Faşizm Demokrasisi, Sosyalizm Demokrasisi, Komünizm Demokrasisi,
Burjuvazi Demokrasisi… vs. gibi ‘Demokrasi’ kavramları zaman zaman birbirlerinin yerine
geçerler.
Sözde bu argümanı/argümanları kullananlar, ‘Demokrasiyi içselleştirdiklerini’ ve ‘Demokrasiyi
tesis ettiklerini’ söylerler!
Bu gün dünya;’ Demokraside Demokrasi’ arıyor. Neden? Çünkü her iktidar, her güç; ‘kendi
Demokrasisini’ kendileri yarattıkları için.
Mesela;
Avrupa’daki Demokrasi anlayışı ile Amerika’daki Demokrasi anlayışı, yine Orta Doğu ve Afrika
Kıtasındaki ‘Demokrasi anlayışı’ bir mi? Ya da Uzak Doğu’nun ‘Demokrasi’ anlayışı?
‘Evrensel Hukuk kuralları’ derken, bu normların tüm dünyada, eşit ve her insana sıradan
uygulanması gereken, kurallar bütününü oluşturan demokrasi, acaba ülkeler bazında, sıradan
her vatandaşa uygulanıyor mu?
Sizce? Bence, hayır.
Demokrasi; her bireyin adalet ve hukuk önünde eşitliğini savunurken, bugün bizde iktidar ile
oluşan ve kendi Burjuvazisini yaratanların ‘Demokrasisi’ ile sıradan vatandaşın ‘Demokrasisi’
bir mi dir?
Kendi Burjuvazisini oluşturanların, devlete ödeyecekleri ‘Milyonlarca Dolar’ tutarındaki
vergileri bir kalemde silinirken. Sıradan vatandaşların üzerine bindirilen vergilerin, ya da
Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanması, uygulanmaması konusundaki ikilemlerin
yarattığı kaos ile yine, eşit işe eşit ücret ödenmemesi, vergilerde adaletsizlik, yine ‘Özel
Tüketim Vergileri’ ve değerli taşlar ile pırlantaya uygulanan vergi oranları, temel gıda
maddelerine uygulanan vergi oranları… vs. gibi, daha birçok şey ‘Demokrasi’ kavramının
içeriğine ters değil midir?
O nedenle; Faşizm de gücü eline geçirenler, Kapitalizmde gücü eline geçirenler, Komünizmde,
hatta Sosyalizme de bakın, tarihte kendi ‘Demokrasilerini’ kendilerine göre kullanmışlardır.
Dizayn etmişlerdir. Tarih bunları da yazar!
Bu gün hem dünyada, hem de bizde; Demokrasi aramak, halen daha dünyada bitmeyen
Irkçılık ve siyah beyaz ayrımı, zengin-fakir, iktidar-muhalefet, halk-burjuvazi-proleterya ikilemi
varken, ‘Demokrasiden’ bahsetmek, bulanık suda balık avlamak gibidir.
Demokraside, Demokrasi aradığımız bir dönemde, dün Amerika’daki yaşananları
gördüğümüzde, temel nedenlerden biri, siyah-beyaz ayrımı ve ekonomik çıkarları göz önüne
aldığımızda, yine ulusal anlamda Emperyalist Amerika’nın sözde diğer ülkelere; demokrasi,
insan hakları, özgürlük, zenginlik… vs. götürmek için o ülkeleri ele geçirmek için uyguladığı
popülist ve savaşçı politikalar bize ister istemez, Fransız İhtilali ile ortaya çıkan ‘Demokrasi’
kavramının, bugün gücü eline geçirenlerin kavramları ile yer değiştirdiğini görürüz.
Amerikan’ın emperyal duygular ve sömürge mantığı ile devletleri ele geçirmek için sözde
ortaya koyduğu ‘Demokrasi’ anlayışı ile yine Amerika içinde, kendi demokrasi anlayışları ile
seçimlerde hile olduğunu savunan ve Trump’a; toplam 80 milyon Amerikalının oy verdiği ve
Biden’in seçilmesini, haksız ve hile ile olduğunu savunanların sayısının yüksekliğini
düşündüğümüzde; Amerikan’ın ithal ettiği demokrasi ile içerideki demokrasinin de yine gerçek
‘Demokrasi’ mantığı içinde farklı olduğunu görürüz.
Bu gün dünya; Demokraside Demokrasi arıyor.
Anayasaların, evrensel hukuk kurallarının, hatta içtihatların, yargı kararlarının, temel insan
haklarının, ücretlerin, eğitimin, hatta sağlığın ve insanın yaşaması için var olan tüm normların,
kişiden kişiye değiştiği halkın değil, siyasi parti liderlerinin seçtiği Milletvekili adaylarının,
Mecliste Milletvekili olduğu bir sistemde, yani halkın kendisinin belirlemediği, seçmediği bir
sistemde ‘Demokrasiden’ bahsetmek aslında, Demokrasi içinde Demokrasi aramaktır.
Bugün dünya, ‘Emperyalist Demokrasi’ kavramı ile yönetilirken, yine dünyanın neresinde
olursa olsun; mesela Amerika’da 80 milyon Amerikalı seçimlerde ‘Hile’ var demesi bile,
Amerikan’ın dünyaya servis ettiği Demokrasi kavramı ile çelişmektedir.
Bizde ise 1940′ tan sonra değişen siyasal, konjonktürel travmalar ve darbelerle derdest edilen
‘Demokrasi’ özellikle, 1980’den sonra yaşamsal anlamda, siyaset, eğitim, sağlık, hukuk, adalet,
yargı kararları… vs. konularındaki ikircikli tutum ve davranışlar, bu gün yerine getirilmekte
yavaş davranılan adalet kavramları, hatta iktidarın yarattığı kendi Burjuvazisinin, halk
üzerindeki baskısı ve ayrımcılığı göz önüne alındığında, gerçek demokrasinin ülkemizde Gazi
Mustafa Kemal Atatürk ile 1923-1938 arası yaşanılan çağdaş, modern, laik ve eşitlik
kavramlarının, halkın tüm bireylere eşit yansıtıldığı sistemin, değiştirilmesiyle son bulduğudur.
Evet, bugün Demokraside Demokrasi ararken;
Liyakatin, ehliyetin, diplomanın, nitelik ve nicelik kavramlarının yerine, parti üyeliğinin,
yandaşlığın ve iktidarı desteklemekle, kazanılan ihalelerle zenginleşenlerin yanında, hak ettiği
halde atanamayan, görev alamayan, binlerce gencin iş bulamadığı, çalışamadığı, iş bulamadığı
için hayatına son verenlerin olduğu ülkemizde, eşitliğin ve liyakatin, diplomanın rafa
kaldırıldığı yerde Demokraside Demokrasi aramak, eşitlik aramak, liyakat ve diploma aramak,
geçmişte kaldı artık!
Şimdi düşünelim. Demokrasi nedir?
Var mı dır?
Karar sizin.
Demokraside Demokrasi aradığımıza göre!
Hukukun üstünlüğünün yanında, üstünlerin Hukukunun egemen olduğu bir yerde, ‘Demokrasi’
aramak; Fransız İhtilali ile ortaya çıkan gerçek ‘Demokrasi’ kavramının olmadığıdır. Peki, ne
vardır bugün dünya da? Ve bizde?
Aynaya bakarak, cevabınızı kendiniz verin derim.
Var mı? Yok mu?
Demokrasi mi? Neydi, yenilir mi içilir mi? Yoksa elbise gibi giyilir mi?
Sizce? Aynaya bakarak cevap verin. Dünyada demokrasi var mı? Gerçek manada?
Var mı?
Yoksa üstünlerin hukuku ve yine üstünlerin demokrasisi mi var?
Ne dersiniz?
*
NASIL DEĞİŞTİRİLDİK
Eski emniyet mensubu Hanefi Avcı, anılarını yazdığı kitapta şöyle diyordu; ‘İstanbul’da’ görev
yaptığım yıllarda, evimden iş yerine gitmek için ‘Haliç Köprüsünü’ kullanmak durumundaydım.
Ancak o yıllarda, Haliç çok kötü ve pis kokuyordu. Arabamın camlarını ve ağzımı, sıkı sıkıya
kapatsam da o koku beni etkiliyor, hasta ediyordu. Görev yaptığım iki yıl boyunca, o kokuya
alışamadım. Fakat zannediyorum ki, o kokuyu zamanla kanıksadım’.
Devamında ise;
‘Bir gün yine o pis kokulu Haliç’ten geçerken, insanların çimlerin üzerinde piknik yaptıklarını,
çocukların top oynadıklarını, eğlendiklerini ve o pis kokuya rağmen, mutlu olduklarını gördüm.
Önceleri şaşırdım. Ancak; bu gün yaşananlardan sonra şöyle düşündüm. Haliç gibi o pis kokan
denize, havaya insanlar alışmış, kanıksamış ve artık umursamaz olmuşlar, yani o pis kokuyla
yaşamaya alıştırılmışlardı’.
Ardından da; ‘Biz bu toplumda pisliğe, kirliliğe, alıştırıldık. O nedenle hukuk gibi kavramlara
boş verdik. Anlıyorum ki; Haliç’in o pis ve iğrenç kokusuna insanlar mecbur bırakılıp, orada
yaşamaktan başka şansları yoksa, yapacakları bir şey yok. Alışıyorsun, alıştırılıyorsun, sonunda
umursamıyorsun’ diyordu.
Doğru, alışıyorsun sonunda ortama/ortamlara ve zamana… Bizde bugün maalesef, uygulanan
politikalar ile adaletsizliğe, hukuksuzluğa, teröre, eşitsizliğe, fakirliğe, alıştırıldığımız gibi.
Aslında yavaş yavaş, değiştirilerek, farkında olmadan, yeni sisteme alıştırılıyorduk.
Emperyalizm, sömürgecilik, vahşi kapitalizm ve din sömürüsü bugün oluşmadı, yavaş yavaş
derinden geldi. Yavaş, sessiz ve derinden, hatta usulca alıştırıldık.
Parçalara ayrılmış, bölünmüş bir toplum olduk; dil, din ve mezhep ayrışmasının yaşanmadığı,
insanların sadece ‘insan olması’ vasfı ile tüm insanların, eşit ve kardeşlik duygularının, hüküm
sürdüğü bir dünyayı istememize rağmen; bugün gerçek, sadece küresel anlamda; birilerinin
hizmetkar ve köle, yine birilerinin ise köleleri yöneten, burjuvazi durumuna geldiğini görünce,
başka bir evrende yaşama isteğinin arttığını gözlemlemek ve hissetmek, çok zor değil.
Artık.
Zor olan; Bu düzene bizi alıştırmaya çalışanların, ilahlaştırılması ve putlaştırılması. Bu zihniyet
bugün yaşananları algılamadan, görmeden, duymadan, kör ve sağır olarak yaşamaya devam
ederken, Haliç’te zamanında, o pis kokuya alışmak zorunda bırakılmış halkın, bugün
emperyalizm ile yaşamaya alıştırılması arasında, hiçbir fark yok. 30 hatta, 40 yıl önce Haliç
nasıl pis kokuyorsa, bugün yine Haliç pis kokuyor…
Alıştırma, dönüştürme, değiştirilme devam ediyor… Siyaset ile.
Amerika; 1700’lü yıllarda Akdeniz’de ticaret yapmak için Osmanlı’ya, haraç vermek
durumundaydı. Ne acıdır ki, bugün emperyal Amerika’ya Orta Doğu politikaları nedeniyle, biz
haraç veriyoruz. Ne kadar acı bir durum! Bugün soruyorlar? Türkiye ile Amerika stratejik ortak
mı?
Nasıl olabilir ki?
Stratejik ortaklık konumunda; Türkiye ve Amerika bu bağlamda gerçek ortak olsalar, herhalde
bugün Türkiye, olarak otuz beş-kırk yıldır PKK ve terör ile uğraşmaz, Doğu ve Güney Doğuda
sınırlarımız delik deşik olmaz, yine ortaklık düşünüldüğünde, 1 Mart Teskeresi Meclis’ten
geçer ve Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirilmezdi.
Yine, Türkiye ve Amerika stratejik ortak olsalar; siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel olarak
değişim geçirmez, darbeler yaşanmaz, bölgesinde güçlü, sorunları olmayan, üzerinde çeşitli
politikalar, stratejiler, doktrinler denenmeyen bir ülke olmakla birlikte; bağımsızlık, demokrasi,
laiklik sorunları ile uğraşmayan bir ülke olurduk.
Aynı zamanda Ilımlı İslam ve BOP Projeleri, FETÖ organizasyonları ile ülkemizin derinliklerine
kadar sızmaz, bizi dönüştürmek için planlar yapmazdı. Demek ki stratejik ortağımız değilmiş.
Söylenenler masaldan ibaretmiş!
Ayrıca; 1960-1980 darbesi, 1971 askeri muhtırası yaşanmaz, 1974 Kıbrıs çıkarması nedeniyle,
silah ambargosu uygulanmaz, insanlar idam edilerek, ya da zindanlarda çürütülerek, ABD
karşıtı olmaları cezalandırılmazdı.
Yani; NATO konseptine girdiğimiz günden itibaren, ortak gibi gözüken durum aslında
yukarıdakileri düşününce, bizim aleyhimize işleyen, saatli bomba gibi pimi, ha çekildi ha
çekilecek, ya da zamanı geldiğinde, patlayacakmış gibi bizi tedirgin etmektedir.
Plan; 2001 krizi ile değişen siyasi iktidar ve ardından 2002’de iktidara gelen AKP’ nin
politikaları bunun devamı olarak; IMF’nin 17. ekonomik programıydı. Çünkü proje olarak,
AKP’nin İslami sermayeye dayanarak iktidara gelmesi ve Arap sermayesi ile ilişkisi,
Amerikan’ın Ortadoğu ülkelerini, daha çok kontrol etmesini sağladı. Böylelikle AKP,
Amerika’nın Ortadoğu projesinin uygulayıcısı olmuş oldu.
2002’den itibaren, BOP Projelerine destek veren ve BOP Eş Başkanı olduğunu açıklayan,
dönemin Başbakanı Erdoğan, eski Başkan Bush ile bu tarihi anı kutlarken, aslında Türkiye’yi
sıcak para işgal ediyordu. Tabi ki, özelleştirmeler ile elimizdeki tüm varlıkları satarak,
güçsüzleşiyor, dışarıya ekonomik anlamda bağımlılığımız artıyordu.
Sadece ekonomik anlamda değil; askeri anlamda da, NATO konseptine dahil olmamız ile bir
yandan NATO Ordusu özelliğimiz ile olmadık davalar ile Generallerimiz tutuklanarak, ya hapse
yada, Ordu’dan ihraç edilerek, küçültülmüş ve bu programın bir parçası olarak; siyasi, sosyal
ekonomik ve askeri anlamda adeta güçsüzleşen bir yapıya, bürünmemiz sağlanmıştır.
Yine; ne kadar sıcak para o kadar ucuz işgal felsefesinden yola çıkarsak, bugün yapılan
özelleştirmelerin gerçeğini de anlamış oluruz. Sıcak para sömürü olduğuna göre, biz
emperyalizm ve sömürünün elleri arasında, boğuluyoruz/boğulduk. Her gün, Dolar, Euro, altın,
borsa ve petrol fiyatlarına bakarak yönümüzü belirlerken, sıcak paranın işgal ettiği Türkiye’nin
bütçe açığını kapatılması için yine sıcak paraya, ihtiyacı vardır. Sıcak para olmadan düzelmek
zor.
Satacak liman, fabrika, kurum ve arazide kalmadı. O nedenle bu siyasi arenada ve
konjonktürde, 2002’den itibaren oluşturulan dışa bağımlı ekonomik sistem, bizi bugün
süründürürken, can çekiştiriyor ama öldürmüyor.
Daha da zor günler, bizi bekliyor. Olay bu. Bizi silah, top ve tüfek ile değil, yeşil kağıt, eşittir
Dolar ile öldürüyorlar… Kur’lar düştü mü çıktımı bakmaya devam…
Özgürlük mü? O başka bahara!
Bizi alıştırdılar, değiştirdiler ve dönüştürdüler.
Ne ile? Ilımlı İslam soslu; ‘Din’ ile.
Biz bunlarla stratejik ortak mıyız?
Hala ortak diyenler varsa; akıllarına şaşarım.
İyi uykular… Türkiyem.
*
URGAN
Cellat; darağacında ‘Urganı’ son bir kez, kontrol etti. Daha önce, boynunun ölçüsünü almış
olmasına rağmen kurbanının. İlmikleri, yavaş yavaş ördü. Hatta okşadı onları; sevdiğinin sarı,
sırma saçlarını, okşar gibi.
Mutluydu. Hatta neşeli.
Nede olsa, yeni bir iş çıkmıştı ona uzun bir süre sonra. Ve daha da çıkacaktı! Öyle kokuyordu
hava. Cellat bu! Aşıktı yaptığı işe.
Siyah beyaz geceler gibiydi ülkem, ama sabaha karşı kapkara. Zifiri karanlıkta geceler, hep
sabaha karşı. Tanklar yanaştı sokaklara, tüfekler doğruldu evlere, tarihler; 1960-1971 ve 1980
‘i gösterirken.
Hep aynı film, darağacında çekilen ve biten.
Hep siyah beyaz ülkem.
‘Urganlar’ hep celladın elinde oldu. Acımazdı içi tahta iskemle yere düşerken, rüzgarda ıslık
çalar gibi. Hep aşık oluyordu; yeniden yeniden işine.
‘Urganın’ hammaddesi ile çuvalın ki, aynı değil mi?
Hatırlayın, Kuzey Irak’ta Mehmetçiğin başına geçirilen çuvalı. Ha boyna geçirilen ‘Urgan’, ha
başa geçirilen çuval. Ha bugün örülen çoraplar.
Menşei belli! Hepsi ithal.
Şimdi ‘Urgan’ boynumuzda. Yaşam ile ölüm arası. Aydınlanır mı acaba? Ülkemin karası?
Üşürüm; hep ben sabaha karşı ört üstümü, duymayayım postal sesini, emperyalizmin nefesini.
‘Ya İstiklal Ya Ölüm’
‘Size Dönmeyi Değil, Ölmeyi Emrediyorum’
‘Ne Mandası, Ne Himayesi, Beyler Bayanlar’
‘Manda Yok, Himaye Yok’
‘Bağımsızlık Bizim Karakterimizdir’…
Diyenlerin toprağında bugün.
Boğazımıza geçirilen ‘Urgan’ daha da, sıkarken bizi. Biz neredeyiz? Kimiz? Ne oluyor bize? Yerli
miyiz, Milli miyiz? Yoksa hiç birimi? Ne Cemaatler, ne Tarikatlar, ne Hacılar, ne Hocalar,
derdine derman olmaz. Geldiğinde o gün… ‘Urgan’ boynunda ve sen hala daha, uykuda. Rant
sevdası ‘Ülke’ sevdası önüne geçince, kişisel hırslar bedenini, ruhunu sarınca; anlamazsın hatta
boynuna geçirilen ‘Urganı’ sana yağlatırlar, unutma!
Urgan, alt tarafı ip ama ip değil!
Mendereslere… Deniz Gezmişlere… Erdal Eren’ lere… ve… diğerlerine bir sorun?
İp mi? Urgan mı?
Çözemezsen, bugün boynuna dolanan ‘Urganı’ celladın vuracak çıktığın tabureye, haberin var
mı?
Coğrafya ‘Kaderdir’ diyenlere sorarım? Atatürk’e de mi, kaderdi bu coğrafya? Emperyalizmi,
denize dökerken…
Umudum kalmadı çocuk; kişisel hırslar, ‘Vatan ve Millet’ sevgisinin önüne geçerken; Uyuma;
sakın ha! Uyandığında, azgın dalgalarda küreksiz kayıkta, bir oradan, bir oraya savrulacaksın,
sakın unutma!
Birde; senin bağımsızlığın uğruna, toprak altında kefensiz yatanı, hele hele, hiç unutma.
‘Urgan’ şimdi boynumuzda.
Atanamayan öğretmenler, mühendisler… canına kıyarken,
Ailesine ekmek götüremeyen babalar… canına kıyarken,
Kız, erkek demeden taciz ve tecavüz edilenler… canına kıyarken,
Kadınlar erkeklerden boşandığında, ayrıldığında… canına kıyılırken,
Toprağın, denizin, havanın rant uğruna… canına kıyılırken,
Eşitsizliğin, adaletsizliğin, yarattığı düzen bu ülkenin kaderi mi?
‘Urgan’ cellat tarafından boynumuza geçirilmişken.
Son sözün, son dileğin nedir? Ne, diyeceksin?
Gök girsin kızıl çıksın.
Ok yaydan çıktımı geri dönmez.
Dikenli yollarda yürüyeceksin çocuk.
Ya gözünden yaş damlayacak.
Yada, özgür kalacaksın.
Karar senin!
Urgan;
İp mi?
Yoksa Urgan mı? Yoksa çuval mı olayım? Diye, karar vere dursun.
Tutunacak tek dalımız, hatta yolumuz.
Bazıları telaffuz etmekten imtina etse de;
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yoludur.
Urganı kesmek senin elinde. Korkma.
Ama elinde tuttuğun ip, sonunda ‘URGAN’ olmasın. Ana karnında bebeğe dolanan, kordon gibi
sonra seni boğmasın. Ve celladını iyi tanı. Sonra gözünden yaş damlamasın. Urganı ip yapıp,
kesip atmak elinde. Elin titremesin, yüreğin donmasın.
Yoksa azgın denizde, küreksiz kayıkta, ne yol bulursun, nede yaşanacak toprak.
Puruvan net. Yolun, ATATÜRK yolu olsun.
İp mi? Urgan mı?
Karar ver geç kalma sakın…
*
KUZEY KUTBU YANACAK
Buz yanar mı? Yanar.
Yanacakta! Bugün, Orta Doğu’da yanıyor?
Neden?
Çünkü ‘Orta Doğuda’ yanan petrol var. Enerji var. Verimli topraklar, değerli su kaynakları var.
İsrail’in güvenliği ve yayılma süreci var. Uzak Asya’nın, daha sonra dünyanın, sarıp sarmalanıp
kontrolü var.
Peki sonuçta? Petrol ve enerji bitene kadar, istikrarsızlık ve savaş var. Kaos var.
Sonra;
Orta doğuda petrol ve enerji bitince, savaş bitecek mi?
Hayır.
Asya Pasifik’in, küresel güç olma potansiyeli var. ABD’nin gücünü kırma savaşı olacak,
gelişmeler var. Orta Asya ülkeleri ve Uzak Asya ülkelerinin, işbirliği ile ABD’ ye karşı hamleleri
var. Rusya, Çin, Kuzey Kore, hatta Hindistan, daha doğuda Japonya, ABD’nin küresel anlamda
hegemonyasına karşılar.
Petrol, Orta Doğuda 30-40 yıl içinde bitecek, yeni merkez ve merkezler savaş için açılacak.
Bizi bekleyen yakın gelecekte en büyük tehlike, Küresel İklim Felaketi; ‘Yani Kuzey Kutbunda
Buzulların’ erimesi. Buzullar eridiğinde; sıcak su-soğuk su akıntıları ile okyanuslara karışacak
olan buzullar, denizlerin yükselmesine neden olacak. Özellikle; okyanuslara kıyısı olan ülkeler,
insanlar ve topraklar, sular altında kalacak.
Bu anlamda dünya insanları tehlikede. Şimdi ABD dünyada, küresel iklim felaketine uymayan,
umursamayan ülke olarak, Kuzey Kutbunda buzulların erimesi en çok onları vuracak. Dünya
gelecekte ikinci kez ‘kavinler göçü’ yaşayacak.
Çevre kirliliği, iklim felaketini tetikliyor. Bile bile lades…
Ama yine ABD, 1990’yılların sonunda yaptığı çalışmalar ile Kuzey Kutbunda, buzulların erimeye
başladığını ve yakın gelecekte, 2050-2060 gibi, ya da en kötü, bu yüzyılın sonunda, dünyayı
yükselen deniz sularının etkileyeceğini hesaplamış ve raporlamış durumda. Bu konuda süreç,
işlemeye başladı bile.
Geriye dönüş yok.
Orta Doğu’da petrol ve enerji 30-40 bilemedin 50 yıl sonra bittiğinde, buzulların erimesi ile
yaşanacak olan küresel iklim felaketinden etkilenmeyecek bölge, neresi olacak dersiniz?
Sıkı durun, Türkiye’nin de içinde olduğu Orta Doğu coğrafyası.
Bugün Orta Doğu’nun ve bölgenin BOP ile dizaynı, 2004’te ABD Başkanı Bush ve
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ben bu projenin eş başkanıyım dediği süreç; enerji, verimli
topraklar, değerli su kaynakları, İsrail’in güvenliğinin yanında 2050-2060 gibi başlayacak,
buzulların erimesi ile yaşanacak sürecin, oluşturacağı handikap sonrası Orta Doğunun,
bugünden gelecek için dizayn edilmesi süreci.
Gelecek için bizi büyük tehlikeler bekliyor. Hem de çok büyük tehlikeler. Bir tehlike biterken,
diğer bir tehlike başlayacak! Bu gün, enerji kaynaklarının kullanımı için Orta Doğuda yanan ve
yıkılan şehirler, insanlar, toprakların yanında, bölgede petrol bittiğinde, bu sefer başka yerler
yanacak!
Neresi?
Kuzey Kutbu.
Buz yanar mı? Yanar.
Orta Doğu’da petrol bittiğinde, bu sefer Kuzey Kutbu denizinin altında, buzlar eridiğinde,
ortaya çıkarılmayı bekleyen cevherler var. Madenler, enerji yani yeni bir savaş yaratacak,
zenginlikler var.
Kuzey Kutbu. Bugün küresel güçlerin hedefinde, planları hazır bile.
Rusya bu anlamda, 32 adet buz kıran gemisi yapmış durumda. Buzullara ve Kuzey Kutbuna
girmek için hazırlıkta. Peki Amerika? Onunda, Kuzey Kutbunda sayısız üsleri var.
Bu gün Kuzey Kutbunda eriyen buzullar!
Daha sonra yanacak ve bizi yakacak.
Buz yanar mı?
Yanar ve yanacak. Hatta ateşlendi bile fitili…
Yani insanlık, bugün Orta Doğu’da yandığı gibi, gelecekte buzullarda yanacak!
Yani dünde, bugünde, gelecekte de, yanmaya devam. Barış mı?
Bu gün çöl yanarken, yarın buzullar yanacak! Ortada Doğuda bitse de küresel savaş, yarın
Kuzey Kutbunda başlayacak. Yani, çölde dans bitecek, buzda hokey başlayacak.
Kolay gelsin insanlık. İşin çok zor bu küresel dünyada. Her durumda yanacaksın.
Bugün sıcak çölde, yarın soğuk kutupta. Ve en tehlikelisi belki de; Kuzey Kutbu erimeye
başladığında, enerji haricinde başka tehlikelerle de, karşılaşma şansımız yüksek.
Buzulların altında, milyonlarca yıldır yaşayan bakteriler, gözle görülmeyen virüsler, bizim
tehdidimiz olabilir? Dünya aslında hiç güvenli değil.
Bir yanda savaş, diğer yanda gözle göremediğimiz varlıklar, mikrop, virüsler… vs.
Bekleyip göreceğiz. Bizi ‘insanlığı’ ne bitirecek?
Küresel İklim Felaketi, biz insanların umursamazlıkları yüzünden tetiklendi ve Norveç’te şu
anda gözle görülen bir erime söz konusu.
O nedenle, buzullar eriyip ‘Küresel İklim Felaketi’ bu yüzyılın sonunda gerçekleştiğinde; Kuzey
Kutbu Yanacak ve insanlık adına, bir felaket bizi bekliyor olacak.
Üzgünüm!
Bizde ise halen daha, dağlar, taşlar delinmekte, ormanlar katledilmekte, denizler can
çekişmekte, kapitalizm gününü gün etmektedir. Bizi ve içimizi yakanda, bu umursamazlıktır.
Bu gün dünyayı yakanlar da, yanacak ama ileriyi göremiyorlar; para iktidar ve zevk hırsından.
Ama Kuzey Kutbu; dünyayı yakacak, unutmayın.
‘Çölde dans’ bittiğinde, kuzeyde ‘kutuplarda hokey’ başlayacak.
Savaş her daim olacak!
Maalesef…
Yandı, bitti, kül oldu.
Neresi?
Tabiki dünya.
*
BANDAK VE KAPIDAĞ TURU
Bandak ve Kapıdağ Turu; Ormanın Derinliklerinden, Ormanın Gözü…
Yakın dostlarım iyi bilirler hayalim, Kapıdağ Yarımadasının en yüksek yerinde, sandalyemi
alarak yanımda getirdiğim kahve veya çayımı yudumlarken, Bandırma’ya bakmak; saatlerce
ormanın, kuşların ve doğanın sesini dinleyerek, kitap okumaktı.
Maalesef; Bandak üyesi olmama rağmen, ‘Pandemi’ yasakları ile birlikte, bu hayalimi
neredeyse, iki yıldır gerçekleştiremediğim için üzülürken, yasakların kalkması ile birlikte ilk
defa geçen hafta başlayan toplu yürüyüşe, işlerim nedeniyle katılamamanın handikabını
atlatırken; yürüyüş rotası ve spor anlamında ilk milli oluşum, bu hafta gerçekleşen
‘Apostol/Muhla Kalesi’ etkinliği ile gerçekleştirerek, hayalim için ilk adımı atmanın,
mutluluğunu yaşadım.
Bu etkinlik ve yürüyüş, benim için anlamlı ve özeldi.
Bandak ile profesyonel anlamda, belli bir düzen içinde, kah tespih taneleri gibi bir düzende,
kah tanelerin, kamçı/püsküllerden sıyrılırcasına, zaman zaman kopuk, zaman zaman, Kadri
Civan ve Mustafa Anadol ile organize bir biçimde; tanelerin imame ve düğümler ile yine bir
araya getirilerek, izlenen bir rotada;
Sadece yürümek değil, her zaman ilgimi çeken hatta bizim için jeolojik ve jeopolitik anlamda
yarımada niteliği taşıyan, doğal faunası, ağaçları ve bitki örtüsü, hatta göremediğimiz yaban
hayvanları ile bölgemizinde, yaşam kaynağı olmanın yanında, yakın ve uzak çağda insanlığa ev
sahipliği yapmış,
Hatta Bandırma’nın Kurtuluşu 17 Eylül 1922′ de Ayyıldız’da, düşmanın denize dökülmesinin
hemen ardından, Kapıdağ yarımadası Karşıyaka Köyünden, gemilerle açılanlara ev sahipliği
yapmış, harika bir coğrafya, dün bana da ev sahipliği yaparak, yıllarca Bandırma sahilinden,
görkemli yapısına bakmanın yanı sıra; dün ormanın derinliklerine adeta gözlerinin, kalbinin ve
muhteşem faunası içine girmek, sızmak, yürümek bir sonraki yürüyüşleri, iple çekmeme neden
oldu.
Sonbahar’dan Kışa girdiğimiz bu günlerde, bahardan kalma bir günde, güneşin içimizi ısıttığı,
ancak ormanın içinde, üst katmanlara tırmandıkça, hafif tatlı bir serinlik, bizi karşılarken;
ağaçların yapraklarından süzülen, gözyaşı misali çiğ taneleri, belki de önce sonbahar, daha
sonra kış mevsimi ile yeşilden, sarıya, bugün ise kahverengiye dönerek, yeşil çimlerin üzeri,
kuru yapraklarla, kestane ve meşe palamutları, hatta çürümüş dallar ile birlikte, kış
mevsiminin getireceği, soğuk ve keskin bıçak gibi rüzgarlara bırakacak olmasına, ağlıyor
gibiydi.
Ormanın Derinliklerinde…
Doğa bir yılanın, deri değiştirdiği gibi Kapıdağ’da adeta deri, değiştiriyordu. Ama; harika bir
renk cümbüşü içinde ve muhteşem güzellikte.
Doğal bitki örtüsü, endemik yapısı, yeşil ve sarı, bugün ise sarıdan kahveye dönen, renk
cümbüşünün yaşandığı coğrafya, dün bize ev sahipliği yaparken; yıllar önce değişik
medeniyetlere beşiklik etmiş bu yarımada, geçmişte yağmacıların istilasına uğrarken; her
geçişimde, dallarına dokunduğum ağaçlar, dağ çilekleri ve diğer bitkiler, bana şunları
fısıldıyordu adeta;
Geçmişte; bize hunharca davranan insanları, yağmacıları talancıları gördük. Dallarımızı
budadılar ülkemizde yegane hatta mistiksel anlamda, insanlara beşiklik etmiş bu coğrafyaya
kıymayın derken, kuşlar ve böceklerde, ağız birliği etmişçesine, bana fısıldayan dallara ve
ağaçlara, eşlik ediyorlardı.
Bizi koruyun…
Kapıdağı, gelecek nesillere emanet ederken pişmanlık duyacağınız eylemlerden, uzak durun.
Çünkü Kapıdağ yarımadası, hem mistiksel, hem tarihsel, hemde yaşamsal anlamda, bölgemizin
koruma altında olması gereken bir coğrafyasıdır.
Bizim yaşam kaynağımızdır.
Dün; birçok dost edindim, iyi insanlar tanıdım, güzel sohbetler ederek, iyi zaman geçirmenin
yanı sıra, Apostol/Muhla Kalesi güzergahında, kaleye ulaşmak için dostların çabaları ve
inançları, görülmeye değerdi…
Yemek ve kahvaltı yapmak için çamurları, suları, kaygan zemini, hatta çürüyen ağaç, kopan
yapraklar ve sarmaşıklı yollardan kurtularak, kah kayarak, kah düşerek; son noktaya kadar
yürürken kadınlı erkekli grupların, önde yada geride kalması, önemli değildi.
Çünkü ormanın içinde ve kalbinde olmak, varılacak noktaya ulaşmak için hepimiz, son bir
gayret ile tepeleri aşarak, mola yerine geldiğimizde; tüm üyeler, sanki ehliyet sınavında,
arabasını iki araç arasına park ederek ehliyete ulaşmanın mutluluğunu, yaşıyor gibiydi…
Oh, çok şükür ulaştık!
Kaleye tırmanış ile birlikte; muhteşem görüntüsünün heyecanı ve mutluluğu ile herkes,
telefon ve fotoğraf makinesi deklanşörüne basarken, adeta kaleyi fetih eden komutan misali,
gururluydu.
Tabi ki bende.
Dönüş ise, yenen yemeklerin, enerjisi ile daha kolay olurken, verilen molalarda içilen kaynak
sularının tadı bizleri serinletip, orman içlerinde kaybolurken, gerek ilk yürüyüşte, gerekse
dönüşte, hatta molalarda ve yemek esnasında, bizi gözetleyen, biri vardı sisler arasından!
Ormanın Gözü; izliyordu bizi, her hareketimizi, yürümemizi, yemek yememizi, hatta nefes
alışımızı bile.
Ormanın gözü, dağın en yüksek tepesinde, bulutların, sisin, hatta gözyaşı dökercesine, çiğ
damlası döken ağaçların arasından, sessizce bize bakıyordu. Fotoğraf makinesinin kadrajından,
en uzak mesafeyi zumlarcasına, bize bakarak, bana zarar verecek mi diyerek?
Bizi izliyordu.
Bizde sigara içmek, yoktu. Bizde doğayı tahrip etmek yoktu. Bizde savurganlık yoktu. Sadece;
yıllardır Kapıdağ Yarımadasının kalbine girmek isteyen, bir adam ve onunla aynı duyguları
taşıyan, arkadaşları vardı.
Artık Kapıdağa ayak izimizi bıraktık.
Her zaman ‘Canlı Kavramı’ önemli derim.
Ama bu kavramın içinde; insan, hayvanlar, bitkiler, orman ve diğer diğer canlılar barınırken,
Küresel İklim Felaketinin ilk başlangıcını yaşadığımız bu dönemde, DSİ tarafından yapılan
göletlerin, adeta çamur yatağı olmuş görüntüsü, sularımızın yavaş yavaş çekilmesi,
yağmurların azalması, doğal dengemizi bozarken;
Dün insanlık adına, Kapıdağ Yarımadası bize SOS veriyordu; su konusunda.
Suyumuzu; dikkatli ve düzenli kullanmamız açısından…
Ve Apostol’dan çıktık, yine Apostal’a geldik, çaylarımızı içtikten sonra arabalarımıza binip, yola
koyulduğumuzda; arkama baktığımda ‘Ormanın Gözü’ bana göz kırpıyordu;
Hafta yine beklerim…
Elbette.
Mutlaka yine geleceğim.
*
KAZDAĞLARI
Kazdağlarında altın madeni çıkartan Kanadalı şirketin Ceosu; “Türkler taş taşımada çok
maharetliler” dedi.
Ne kötü ve aşağılayıcı bir cümle!
Onlar taş taşır, ırgatlık yapar, parayı biz kazanırız. İşte, bunu bize söyleten ve söyleyen
zihniyeti kınıyorum! Benim ülkemde, bana hareket etme cüretini gösterecek ve bizi
aşağılayacak.
Bu cümleyi söyleyebilmesinin altında yatan gerçek;
Yeşil kağıt yani dolar. Rant uğruna katledilen bir ülke!
Kaz dağları, Cerattepe, Sinop, Salda, Bergama, Karabiga ve diğerleri.
AKP iktidarı ile adeta yağmalanıyor. Önceki yıllarda Bergama’da, hatırlayınız siyanürle altın
madeni çıkarttılar. Halk ayaklandı ama sonuç, yine hüsran olmuştu.
Bugün yine aynı senaryolar;
Kaz dağları talan ediliyor, barbarlarca.
Cerattepe, maden arama yüzünden harap halde.
Sinop’ta, nükleer santral için kesilen binlerce ağaç.
Karadeniz’de yapılan HES’ler, şimdi oraları da perişan.
Karabiga, Termik Santraller yüzünden yaşanmaz bir bölge oldu, hastalıklar kol geziyor halkın
arasında.
İstanbul 3. Havalimanı, kesilen binlerce ağaç, yok edilen canlılar, kuş göç yolları ve değişen
doğa, tahrip edilen bir coğrafya.
2002’den bu yana AKP ile değişen Türkiye ve hiçe sayılan hayatlar, canlılar, ormanlar, yaşam,
doğa ve insan hakları ile geldiğimiz bu günde, insan eliyle yine insana yapılabilecek en büyük
kötülük. Rant için gözü doymak bilmeyenlerin feda ettikleri bir ülke, Türkiye…
Soruyorlar nereye gidiyoruz biz? Nereye olacak? Çölleşen bir ülkeye.
Doğası tahrip olmuş. İnsanların, hayvanların ve diğer canlıların yaşam hakkı olmayan. Sadece
paranın ve rantın egemen olduğu bir ülkeye doğru.
Ve bu gün ‘barbarlarca talan edilen Kazdağları’.
Ne uğruna? Türkiye sert esen poyraz rüzgarlar gibi. Siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak;
denizin ortasında küreksiz ve susuz, sürükleniyor. İlerisi belli olmayan bir sonsuzluğa. Nereye
gidiyoruz, gideceğiz?
Böyle giderse, küreksiz bir kayıkta dalgalar bizi nereye sürüklerse. Belirsizliğe ve geleceksizliğe
doğru;
Etrafımız, BOP dikenli telleri ile çevrilirken, bizde içeride, doğayı, canlıları, hayvanları ve
insanların yaşam haklarını hiçe sayarak, elimizde baltalarla ormana girmiş kaçak avcılar gibi,
önümüze gelen her şeyi buduyor ve doğruyoruz.
İnsanlık ölüyor, kaçak avcılar yüzünden.
Aslında ölen bir ‘Ülke’
Nasıl kıydınız, kıyıyorsunuz bu ülkeye?
Nasıl?
*
KARDA ÇOCUKLAR GİBİYDİK
Bandak İle Kapıdağ Turu
Bu hafta üçüncü gezi turumu, BANDAK ile yapıyorum.
Pruvamız Kapıdağ/Damkaya.
Bandırma’dan Kapıdağ ’ın, o ‘heybetli’ yapısına bakıp ta, ahh keşke bende karlı dağlarda
olsaydım diyenlerin, imrenerek bakanların iç geçirdiği, muazzam coğrafya biz doğaseverleri
kalbinin içine çekerek, soğuk ve yer yer, diz boyunda kar ve zorlu tabiatına rağmen, bize el
ediyordu. Sizi bekliyorum…
Buna cevap vermesek olmazdı!
Davet ediyordu kalbi bizi; gelin hep birlikte sohbet edelim gülelim, eğlenelim. Sadece beni
güzel ve sıcak bir havada yada, yağmurda ziyaret etmeyin. Yeşilden sarıya, daha sonra
kahverengiye dönen ve son olarakta döngümü, beyaz elbiselerimle taçlandırdığımda, hep
beraber ‘Çocuklar Gibi Coşalım’ sözlerini fısıldıyordu kulağıma.
Akşamdan sabaha sabahtan Yukarıyapıcıya çıkıncaya kadar, önce dostları görmenin
mutluluğu, daha sonra Kapıdağ ‘ın kalbine doğru yürüyüşümüz ile kulağıma, yukarılara
çıktıkça; ‘Hoş geldiniz, şimdi mutluyum’ sözleri yankılanmaya başlayınca; bende bu seslere
karşılıksız kalamadım.
Enerjisi yüksek dostlarımla, adeta çocuklar gibi coşmaya başlayan, grubumuz ile sana’
geliyoruz diyerek, cevaplıyordum.
Damkaya ’ya Yolculuk…
Yukarıyapıcıdan yola çıktığımızda soğuk artarken, yine daha yükseklerde ve zirvede, keskin bir
ayaz, bize hoş geldin diyordu. Biz, Damkaya ‘ya tırmanmak için patika ve ağaçlıkların arasından
süzülerek, ‘Ormanın Kalbinde’ kar ile karşılaştığımızda, ekonomi ve iktisat bilimine göre değil,
kafasına göre ‘Türk Sistemi’ yaratıyoruz diyenlere inat; Bandak Gurubu, Adem Bey
rehberliğinde, düzgün, kararlı, dağcılık sistemine ve onun kurallarına göre yürüyerek, adeta
dağlarda sorunsuz ilerliyorduk.
Dağlarda; arkadaşlık, sistem ve takımdaşlık önemliydi. Birde tabi ki kurallara uyma.
Kah zirve yolunda, kah ağaçlıklar arasında, kah sulardan ve dizimize kadar battığımız kar ’da,
ekonomi gibi inişli çıkışlı, önümüzü göremeden, insanlarımızın çaresizliği ve belirsizliğine
rağmen, kararlı adımlarla aramıza katılan enerjisi yüksek dostlarımızla, hatta aramızda
şakalaşarak şarkı yada marş söyleyelim mi? Muhabbetleri ile yürüdük, yürüdük, yürüdük…
Kar yağmış ama sadece, zirvelerdeki ağaçlarda karlar, dallarına tutunup, beyaz örtüsünü
yaprakların üzerine ‘gelin tacı’ gibi örttüğünü gözlemlediğimiz yolda, ine çıka, karlara batarak
yürürken, hepimiz fotoğraf makinelerimizin deklanşörüne basarak yaşadığımız anları, kare
kare hafızamıza alıyorduk.
Yavaş yavaş, Damkaya zirve yoluna girdiğimizde; kar kalınlığı artmış, adeta dizlerimize kadar
kar yığınlarının ve Yukarıyapıcıdan itibaren, bize eşlik eden ve kendisine yaşam merkezi olarak,
dağları seçen köpekler ile yukarıya tırmandıkça;
Zorluklar; dik yamaç ve kar kalınlığı, bazı dostlarımızı zorlarken, benim daha önce sağ ayak
lifimin kopması ve uzun bir rehabilitasyon süreci geçirmiş olmamam rağmen; ilk iki gezide,
hatta geçen hafta iliklerimize kadar ıslanmamıza rağmen, bu kez diz boyundaki kar ve tırmanış
esnasında batonla da olsa, beni zorlaması kayda değer bir olaydı.
Sık sık durarak dinlenmeme rağmen, sağ olsun dostlarım ‘önce sağlık diyerek’ Damkaya
zirvesine 600-700 metre kala, zirveye yakın bir yerde mola vererek, yanımızda getirdiğimiz
kumanyaları tüketip, enerji depolarken; bu kez pruvamızı, Yukarıyapıcı köyüne doğru çevirip,
karlarda çocuklar gibi yuvarlanıp, oyunlar oynadık.
Ormanın derinliklerinde; kar ve doğal güzelliklerin, bol enerjinin kokusunu ciğerlerimize
çekerek, yüksek enerjili arkadaşlarımızın bize kattığı, takımdaşlık ve arkadaşlık ruhu ile
ekonomimizin son aylarda, raydan çıkmasına ve değişik rotalara girerek, bizi belirsizlik içine
soktuğu bu dönemden sıyrılıp, biz ekip olarak kardan çıkarak, ama bilinçli yolculuk ve
takımdaşlık ruhu ile kaybolmadan rotamızdan çıkmadan, dostlarla ilk çıktığımız rotaya
sorunsuz döndük.
Yukarıyapıcı köyüne vardığımızda, buz kesen ellerimiz ve ayaklarımızı kahvehanede sıcak bir
sobanın yanında, yine sıcak çaylarımızı yudumlayarak, anılarımızı paylaşıp, dostluklarımızı
pekiştirirken sezonun ilk karında, yine Kapıdağ’da; karla tanışıp onun gelin duvağı gibi örttüğü
zirvede, yine onun mutluluğunu paylaşarak, geri dönerken arkama baktığımda, bana teşekkür
eden Kapıdağ ve karlar, adeta bizim ayrılışımıza hüzünlenircesine erimeye başlıyordu.
Güzel bir gün, bol enerji, karla ilk buluşma, yeni dostlar tanıma…
Ayrıca; Bandak ile olmak, pazar günlerinin benim için vazgeçilmez ritüelleri arasına girerek, her
hafta bir sonraki haftayı iple çekmeme, neden oluyordu. Tabi; özel işler, sağlık ve içinde
bulunduğum aynı zamanda destek verdiğim özel derneklerin aktiviteleri çakışmadıktan sonra;
dostlarım ile yürümeye devam.
Hepinize selamlar…
Farklı rotalarda ve coğrafyalarda, yürümek güzel.
Hemde çok güzel.
*
O BİR ANNE
Özel Çocukların Anneleri de özeldir.
Biliyorsunuz, bugün 3 Aralık Dünya Engelliler Günü. Bugün dünyada özel insanlar için anlamlı
bir gün. Ve bugün size Dünya Engelliler Gününde; yine dünyada her annenin
yaptığı/yapabileceği gibi ‘engelli’ ama ‘özel bireyler’ için çalışan, aynı zamanda yakından
tanıdığım, özel bir insan anne ve kadından bahsedeceğim.
Bandırma Engelime Renk Ver Yardımlaşma ve Spor Kulübü Derneği Başkanı Nercü Efe
Çalışkan. Sadece Başkan Nercü Efe Çalışkan’ mı özel? Hayır. Elbette dünyada ‘özel’ bireylere
kendisini adamış herkes, tüm ‘anneler’ özeldir.
Fakat Bandırma Engelime Renk Ver Yardımlaşma ve Spor Kulübü Derneği Başkanı Nercü Efe
Çalışkanı yakından tanıdığım, neredeyse çocukluğumuzdan beri tanıştığım yine çok yakın
arkadaşımın ablası, benimde ablam olması dolayısıyla, tüm anneler adına ondan günün anısına
bahsetmek istedim.
Hiç kimse geleceği bilemez. Geçmiş geçmişte kalmış, gelecek bilinmezlik içindedir. Ve sadece
dünyada, yaşadığımız ‘O AN’ vardır. Her anne dokuz ay on gün karnında taşıdığı yavrusuna,
ulaşmak, kavuşmak için gün sayar tüm sıkıntılarına rağmen.
Hem doğum öncesi, hem de doğum sonrası yaşananlar ‘anneler’ için özeldir.
Ancak dünyada zarlar atılırken, hep istenilen denk gelmez. Bazen de umulmadık, şansızlıklar,
ya da bilemediğimiz bazı durumlarda, özellikle biz insanoğlunu üzer.
Bizim dışımızda gelişen, neden ve sonuçlardır.
Bandırma Engelime Renk ver Yardımlaşma ve Spor Kulübü Derneği Başkanı Nercü Efe Çalışkan
ile derneğin kuruluş aşamasında, zaman zaman bir araya gelerek, kendisiyle beraber diğer özel
çocukların, özel anneleriyle de tanışma ve çalışma fırsatım oldu. Hepsi birer melek.
Ne kadar kocaman büyük bir yürek, sabır, cesaret ve en önemlisi ‘Aşkla’ çocukları için
gündüzlerini ve gecelerini birbirine karıştırmış, bu özel anneler aslında sadece, 3 Aralık Dünya
Engelliler Günü özelinde değil aslında; 365 gün, 52 hafta bu özel annelere toplumun kucak
açması gerekir.
Çünkü çocukları için kendilerini, feda etmiş durumdalar.
O nedenle; Başkan Nercü Efe Çalışkan’ın önderliğinde oluşturulan ve bugün artan bir ivme ile
yükselen başarıları ile aslında, Bandırma Engelime Renk ver Yardımlaşma ve Spor Kulübü
derneği olarak; özel çocukların, eğitimi, rehabilitasyonu, topluma kazandırılması… vb. gibi
faaliyetlerin yürütülmesine, kendi hastalığına rağmen, mücadelesine devam ederken;
Diğer yanda ‘Engelli’ bireylerin topluma kazandırılması adına, hiç bir ayni ve nakdi yardım
görmeden, tamamen kendi özverili çalışması ile bu derneği hayata geçirip, sosyal sorumluluk
anlamında örnek bir anne, kadın ve dernek başkanı olarak, cesareti ve öz güvenine saygı
duyup, diğer anneler ve toplum ile ilişkileri çerçevesinde, adeta savaşan Nercü Efe Çalışkan’a
şahsım ve toplum adına teşekkür ediyorum.
Tabi bu durumdaki, tüm Anneleri de…
Neler yaptığını, nasıl uğraştığını ve tüm çocuklar için yine onların topluma kazandırılması
adına, sağlığını hiçe sayarak, mücadelesini alkışlıyorum.
Hatta yaklaşık bir yıl önce faaliyetine başlayan Bandırma Engelime Renk ver Yardımlaşma ve
Spor Kulübü Derneğinin ki bu dernek, bahsettiğim gibi hiç bir kişi ve kurumdan nakdi ve ayni
yardım almadan, kendi üyelerinin katkıları ile sürdürülen çalışmaların karşılığında, bugün
maalesef bir yapıya, binaya, yere sahip değiller.
Bu konuda Kamu ‘ya ve Belediye’ ye çağrıda bulunarak, başta Bandırma Belediye Başkanı
Sayın Tolga Tosun’a seslenerek; böyle özel bireyler için oluşturulmuş, tamamen yine özel
çocuklar ve bireyler için çalışan, ama herhangi bir binaya, ya da özel bir yere sahip olmayan,
toplantılarını ve faaliyetlerini dışarda yapmak durumunda olan Bandırma Engelime Renk Ver
Yardımlaşma ve Spor Kulübü Derneğine el uzatarak, bu konuda talepte bulunacağım. Beni ve
bizi kırmayacağından eminim. Çünkü derneğe verdiği katkıları biliyorum. Şahsına Teşekkür
ediyorum.
Bandırma Engelime Renk Ver Yardımlaşma ve Spor Kulübü Derneği Başkanı Nercü Efe Çalışkan
başta olmak üzere, kendilerini bırakıp, çocukları için çalışan tüm anneleri, özel insanları bugün
anısına kutlarken, sadece bugün onları anmak ve hatırlamak yerine, toplumsal ve kişisel
anlamda; Belediyeler, iş adamları başta olmak üzere böyle özel derneklere sahip çıkmalıdırlar.
O nedenle tüm ‘özel annelerin ve ailelerin’ 3 Aralık Dünya Engelliler Günü kutlu olsun.
Çünkü biliyorum; sizlerin nasıl yaşadığınızı, çalıştığınızı ve yüreğinizi ortaya koyarak,
evlatlarınıza kol kanat olup, onların gelişmesi adına fedakarca yaşadığınızı.
Bu vesileyle Başkan Nercü Efe Çalışkan olmak üzere, elini taşın altına koyan, dünyadaki bütün
kadınları ve aileleri, medeni cesaretleri ve özgüvenleri için tebrik eder, toplumun sosyal
sorumluluk anlamında, böyle özel kadınlara ve annelere destek olmasını dilerim.
Çünkü yakından biliyor ve şahit oluyorum ki; özel çocuklarımızın anneleri de özeldir. Eli öpülesi
annelerdir. Emeklerinize ve yüreklerinize sağlık.
Teşekkürler…
*
BOYUN EĞMEM;
Gündüz, bulutlar güneşi,
Gece, sis yıldızları engellese de.
Bazen durgun, bazen neşeli,
Bazen hüzün kaplasa da bedenimi.
Korkularım,
Umut olur gelecek adına.
Kırgın olsam sana da,
Asla ben bu hayata boyun eğmem.
*
Korkularımla yüzleşir,
Korkularımla,
Kanat çırparım gökyüzüne.
Korkularım,
Serseridir bilirim.
Ama
Ben korkularıma boyun eğmem,
Onlarla baş edebilirim,
Asla ben bu hayata boyun eğmem.
*
Hayat bir gün sana,
Bir gün bana,
Çarpacak göktaşı olsa bile.
Bu gerçeği bile bile,
Hayat seninle baş edebilirim.
Boyun eğmem hayat sana, boyun eğmem.
*
Mayınlı tarlada gezerken,
Dört bir yanımız,
Bombalarla kaplı olsa bile.
Oraya buraya, basmadan değil,
Düz ara yürümeyi severim.
Hayat seninle baş edebilirim,
Boyun eğmem hayat sana boyun eğmemi
*
Korkularım,
Umutlarım,
Umutsuzluklarım,
Farketmez.
Bilirim hayat seni bilirim.
Oynayacağın oyunlara boyun eğmem.
*
Özgürüm,
Korkularım serseri,
Umutlarım,
Patlamaya hazır olsa da,
Bilirim başka yıldızlarda,
Başka hayatlar,
Özgürlüğüm için
Sana gelmem,
Boyun eğmem.
*
Umutsuzluklar
Bir sabah güneşle,
Kaybolur bulutların arasında,
Bilirim,
Mavi gökyüzü görünecektir elbette.
Yağan yağmura,
Islanan çocuğa,
Kırılan dallara rağmen,
İlkbaharda filizlenen dallar gibi,
Yeniden var olur, dalga geçerim hayat seninle,
Boyun eğmem, sana, boyun eğmem.
*
Özgürlüğüm,
Anılarım, acılarım,
Derin yara olsa bile.
Yaralara aldırmadan,
Boyun eğmem hayata,
Ona kendimi teslim etmem,
Boyun eğmem hayat sana,
Boyun eğmem.
*
Kelepçelerimi söküp attım.
Gündüz bulutlar güneşi,
Gece sis yıldızları engellese de.
Seni affetmem,
Boyun eğmem hayat sana,
Boyun eğmem.
Bütün zalimleri sen affetsende,
Ben affetmem…
*
*
Can Emre;
14.05.1964’te Bandırma’da doğan yazarımız, uzun yıllar Kamu ’da görev yapmasının ardından,
2013 yılında emekliye ayrılarak, basın dünyasına spor yazarlığı ile adım atmıştır.
Bandırma Gazeteciler Cemiyeti Üyesi olarak; yerel gazetelerde spor yazarlığının yanı sıra,
2014’te Bandırmaekspress.com haber gazetesi genel yayın yönetmenliği, bugün ise
canemregundem.com ve Bandırma Manşet ‘te siyasi, sosyal ve gündeme dair köşe yazılarına
devam etmektedir.
2014’te Bandırma Kent Konseyi Yürütme Kurulu Üyeliği, bu gün ise sosyal sorumluluk
projelerinin yanı sıra Engelime Renk Ver Derneği ve Bandırma Fenerbahçeliler Derneğinin
Basın Direktörü olarak görev yapmaktadır.
Bu güne kadar; canemregundem.com’da yazdığı özgürlük, demokrasi, kadın hakları ve
cinayetleri, sokak hayvanları ile ilgili hikayelerin yanı sıra, hayata dair çeşitli hikayelerin de
içinde bulunduğu kitabı ile bu kez edebiyat ve sanat adına ortaya çıkan “Sevda Kuşun