İSİMSİZ ADAM
Bir Hikaye dir.
Adam, çakır keyif uzandığı yatağında tam sızmak üzereyken, dışarıdan gelen korna sesine ve gürültülere sıçrayarak uyandı.
-Ne oluyor be, ne oluyor?’
Başucunda duran saatine baktığında, gözleri akrep ve yelkovanı algılayamadı. Ne de olsa biraz yaşlıydı.
Yani orta yaşlı da denilebilir!
Yatağından kalkmadan gözlüğünü el yordamı ile aradı ama bulamadı. Tozlu komodinin üzerinde de, yoktu.
Off çekti içinden!
Sonra hatırladı;
-Akşam şarap içerken, masanın üzerinde kalmıştı’ dedi içinden.
Şarap için ise içinden yine;
-Ucuz ama güzel di be!’ dedi.
-Şimdi gidip gözlüğümü alamam, orada dursun. Kalkınca alırım!
Aslında;
Gitmesi gereken; 4 odalı iki banyolu, kocaman devasa salonu olan bir ev olsa, gam yemem ama hepi topu, cumbalı evin üst katı on beş, yirmi metre kare biri diğerinden daha küçük iki oda.
Alt kat, mutfak, kiler, sokak kapısının hemen arkasında küçük bir tuvalet ve banyosu olan hırpalanmış, köhne bir evdi.
Sokak kapısı iki kişinin aynı anda girmesine müsait değil hatta bir omuzda açılacak cinstendi.
Aynı insan gibi!
İnsan da zamanla ‘hırpalanmaz mı’?
Zaman buğday öğütme taşı gibidir. Altına aldığını ezer. Hayat ise posasını çıkarır.
Saatini alır, göremediği için gözüne yakın tutar. Hatta gözünün dibine getirir.
-Kör müyüm? Nedir?’
Biraz daha yaklaştırır. Hayal meyal akrep ve yelkovanı gördüğünde içinden küfürü basarak;
-Sabahın saat yedisi şimdi bu yapılır mı?
-Ne kornaya basıyor bu adam?
Yavaşça kalkar, tahtalara basınca gacır, gucur, seslere;
-Ulan sizde gacırdamadan durmuyorsunuz, ne istiyorsunuz?
Tarlabaşı ’nın ara sokaklarında, babadan kalma cumbalı, eski püskü, iç döşeme tahtaları yıpranmış, dökülmüş, merdivenlerinden zor çıkılan, bu evin dışı da aynı içi gibiydi.
Toz içinde bir ev. Yıllarca mahallenin tozunu üzerinde, halı gibi tutmuştu.
Hatta; ondan daha kötü halde harap olmuş, tahtakurularına esir düşmüş, yıkıldı yıkılacak, eskiden Arnavut kaldırımlı sokağın en güzel evi ‘pembe konağın’ bugünkü hali yıllara dayanamayıp, o da tarihin tozlu sayfaları gibi unutulacağı günü bekliyordu.
Ağır hastaların acılarının son bulmasını ister gibi, pembe konak ‘ta dünyada acılarını, ıstıraplarını, çilelerini ve yaşanmışlıklarını geride bırakıp, sessizce göçmek istiyordu bu zalim dünyadan.
Ama içinde daha yaşayan canlı vardı.
Fakat o canlı ’da yaşıyor, yaşamıyor gibiydi!
Bazı insanlar bilirsiniz, yaşarken ölüdür.
Hayat onları acıları ile sınar.
Yok, yok; hayat sınamaz, yaşarken öldürür bazen!
Kimisi, sevdiğini!
Kimisi sevmediğinde, ruhunda ve bedeninin içine hapsederek öldürür.
Kimisi de ihanete uğradığında öldürür.
Sonuçta adı, ölümdür! Ne fark eder ki!
Kafası dumanlı uykusunu alamamış aksi adam, sabahın yedisinde sokakta korna çalan adama seslenmek üzere yatağından kalkmış pencereye yönelirken, yerde şarap şişelerine, cips paketlerine ve karton kutularına takılınca, bir tekmede kutuları fırlatıp, pencereye doğru gider.
-Sizde dolaşmayın ayaklarımın altında.
-Bende böyle dolaştıkça, zamanı öldürüyorum hep!
Perdeleri açmak için hamle yaptığında; gece uçuşan yarasalar gibi binlerce toz tanesi, havada adeta çölde toz bulutları gibi raks ederek, ona şaşkınlık yaratıyordu.
-Bu ne be!
-Ne kadar tozluymuş perdeler.
-Hayatta sahne gibidir. Onun tozunu yutarsan, onun gibi olursun!
-Tozlu hayat!
Perdelerin bu sürprizinden sonra tahta pencereyi açmak için hamle yaptığında adam, bu kez pencere hemen açılmaz.
Aşağıdaki arabanın korna sesi, git gide siren sesi gibi artarak devam eder.
Adam daha da sinirlenir. Deli olur.
Çünkü korna sesi kulaklarını sağır edercesine çalmaya devam etmektedir.
Ama pencere; bir katilin silahının tutukluluk yaparak, ateşlenmemesi gibi onu zorlar.
Katil nasıl kaçarsa korkusundan, adam da bu kez hunharca sıktığı pencere kolunu bırakır.
-Ben sana gösteririm.
Yan odaya gider, elinde bir tornavida ile gelir zorlamaya devam eder.
Artık pencere kolunun darbelere dayanacak gücü kalmamıştır, kendini bırakır. Vidaları sökmeden bir hışımla, pencere kolunu yerinden çıkararak onu açar.
Cumbalı, hasarlı, yıkıldı yıkılacak, öldü ölecek ‘pembe konağın’ ikinci kattaki penceresinden, korna çalan arabanın şoförüne bağırmak üzereyken, gözü dar sokağın başındaki kendisinin de okuduğu, okula takılır.
Cumhuriyet ile yaşıt okulunun bahçesinde bulunan sıra sıra duran zeytin ağaçlarına dikkat kesilir.
Gözlerinin uzak ile sorunu yoktur.
Yakını ve yakınında olanları gözlüksüz görememektedir.
Mevsim kış, aylardan Ocak ve günün bu erken saatinde hava daha tam aydınlanmadan, çocukların okula gitmek için okul servislerine koştuklarını görünce, şaşırır!
‘Çocuklar okula gece yarısı mı gidiyorlar’?
Arnavut kaldırımlı dar sokaktaki evlerin küçük balkon ve pencerelerinden, sarkan çamaşırları görür.
Havanın nemli ve sisli olması onları da, etkilemiştir!
Gri ve puslu bir havanın, göz gözü görmeyen sisin garabeti gibi hava da, keskin bir koku vardır.
Gün, bu sis ile başlamış ama karanlık ne zaman aydınlanacaktır, o belli değildir.
Çamaşırların kollarından akan sular, onları giyen insanların günahlarını, sevaplarını, hırslarını, zalimliklerini de, üzerindeki sis tortusuyla birlikte ağırlaştırarak, mandallarından kurtulmak üzere sokağa karışıyordu.
Temiz çamaşırlardan, kirli sular akıp giderken, yolunu bulan su lağıma doğru yol alıyordu!
Acaba insanın giydiği çamaşırlar yıkanınca, günahları da, sulara karışıp gidiyor muydu?
Yoksa deterjanla temizlenince çamaşırlar, onu giyen katillerin de vicdanları temizleniyor muydu?
Ne de olsa temizlik imandan geliyordu. Ama insanlar, masum insanları temizlik için öldürüyordu!
Anneler, babalar çocuklarının ellerinden tutmuş, sabahın köründe işe gitmeden, onları okullarına bırakıp, kendileri de işe gideceklerdi.
İş hayatı önemliydi. Okul da!
Anne ve babalar hızlı adımlarla yürürken Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda, çocuklarda onlara yetişmek için koşar adımlarla yanlarında yürüyorlardı, hatta koşuyorlardı.
Daha küçükken, büyüklere ayak uydurmak için zamana yenik düşüyorlardı.
Zamana yenik düşen sadece anne, baba ve çocuklar mıydı?
İnsanlık ve merhamette; zalimlere, vicdansızlara, ahlaksızlara hatta çıkarları uğruna vahşileşenlere, değişenlere karşı da yenik düşüyorlardı.
Adam yukarıdan bağırsa da, aşağıya arabanın kornasına basan şoför, onu duymuyordu.
-Şuradan bir şey atıp, onun dikkatini çekmeliyim’ dedi.
Ne atacaktı ki?
Odasında sadece bir yatak, kapının arkasında asılı pantolonu, kazağı ve eski püskü montu vardı.
Yerdeki şişeleri atamazdı.
Cip poşetleri olmaz dedi.
-Arabasının camına iki üç zeytin atayım.
-Belki yukarıya bakar dedi.
Ama mutfak aşağıdaydı.
‘Off… Ne yapacağım şimdi ben?
Dökük evinin tam karşısındaki, okul bahçesindeki zeytin ağaçlarına yine takıldı gözleri.
-Bu insanları anlamıyorum dedi, içinden.
-Ne isterler bu ağaçlardan?
-Hayvanlar, dallarını kırmışlar.
-Kime zararları var ki?
-Benim çocukluğumdan beri var bu ağaçlar.
Sonra biraz kafasını toparlar gibi oldu.
-Ben, benimle yaşıt okulumun bahçesindeki zeytin ağaçlarına üzülüyorum.
-Ama yüzbinlerce, milyonlarca zeytin ağacı kesildi. Kimsenin kılı kıpırdadı mı?
-Ormanlar talan edildi, altın için. Kimse umursamadı! Aslında bu toprağın üstü altından daha değerli.
Pencereyi kapatmak için uğraşsa da, pencere kolu işlevini kaybettiğinden kapanmadı.
Perdeleri çekti, bu kez yine odanın içinde yarasalar uçuştu. Her yer toz duman!
Merdivenlerden yavaş yavaş indi. Çünkü ilk kez, uzunca bir süredir erken kalktığı için kafasını toparlayamıyordu.
Birde alkolün verdiği çakır keyiflik vardı.
Onu da, zamanı ‘öldürmek’ için içiyordu…
Alt kata indi, mutfaktaki buzdolabını açtı. Onu çok iyi tanıyordu. Çünkü babası sünnet düğünü öncesi almıştı onu. Philips marka küçük bir buzdolabıydı.
Çamaşır makinası halen merdaneli. Bulaşık makinası ise yoktu. Bulaşık çıkmıyordu.
Evde yemek yapılmıyordu.
Allah’tan 1980’de aldığı tüplü Grundig marka televizyonu vardı. Buzdolabına yöneldi. Onu açtığında içinde kuşlar şarkı söylüyordu.
Hemen üzerinde, askerlik dönüşü tahta kaleden aldığı radyosu duruyordu. Ama onun da, pilleri yoktu.
Ayakkabılarını giydi.
Kapıyı açtı, dışarıda araba içinde devamlı korna çalan adama çıkışmak için bir hışımla dışarıya çıktığında, sokağın başında ve sonunda, hatta karşıdaki okul yolunda hiçbir araba yoktu.
Korna çalan adam, yolu kapatan araba, okula çocuklarını yetiştirmek için çırpınan aileler, günahlarından arınmak için sallanan asılı çamaşırlar, hatta dalları hayvanlarca kırılmış, sıra sıra dizili zeytin ağaçları, üzerinde durduğu Arnavut kaldırımlı sokak yoktu. Şaşırdı.
-Ben şimdi pencereden bağırdım!
-Korna çalan adam!
-Gece yarısı okula giden çocuklar!
-Döküldü dökülecek pembe konak!
-Ben neredeyim? Neresi burası?
Tekrar eve girdi bir hışımla.
-Ben neredeyim? Neler oluyor?
Uykusunu alamamış, kafası dumanlı adam yeniden üst kata odasına çıkmak için merdivenlerin tırabzanlarına tutunduğunda, merdivenlerin tahtaları üstüne basılınca gıcırdıyor, ağlar ve inler gibi ses çıkarıyordu.
İnsanların üzerine basıp, canlarını yakınca ağladıkları gibi.
Merdivenler adeta adama; ‘elveda’ dercesine.
Ama bildiğimiz ‘elvedalar’ ani olur.
Habersiz gider kuşlar, bulutlara arkadaş olur.
Ama merdivenler haber veriyordu!
Ben yakında gidiciyim, gidiyorum.
Odasına girdi, etrafına baktı.
Yine her şey yerli yerindeydi.
-Neler oluyor?
Pencereye doğru yöneldi. Yine tozlu perdeyi araladı aynı manzara ile karşı karşıya kaldı.
Her taraf, yarasaların çığlıklarıyla doldu yine. Toz, pis, is ve karanlık adeta odayı esir aldı.
Alışıktık bu manzaraya.
Çünkü yaşı müsaitti. Karanlıklar ona yabancı değildi. 1980’de ‘Komünist’ diye boş yere altı ay içeride yatmıştı. Koğuşlar, ranzalar, yataklar, aynı bu sabah yaşadığı manzara gibiydi. Yarasalar uçuşurdu hep!
Çünkü o yıllarda ülke, gri idi.
Çamaşırlar yine yıkansa da, akan suyu kirliydi! Çamaşırlar ne kadar yıkansa da, o yıllarda hava sisli, puslu, kirli olduğu için insanların çamaşırları da, kirden arınmıyordu!
Öyleydi!
Pencereyi açtı yine.
Hatta bu kez zorlanmadı.
Dakikalar önce zorlayarak açtığı pencere, tam kapanmamıştı. Havanın ayazı, siyahı, beyazı, grisi, mavisi, içeriye bir yılan gibi sessizce süzülüp girerek, onun vücudunu sarıyordu.
Bedeni donmuştu.
Karda çıplak ayakları üşüyen, parmakları donan küçük çocuklar gibi kaskatı ve mosmordu.
Pencereyi sonuna kadar açtı bu kez. Yine bedenini, yarı beline kadar çıkardı.
Karanlıklar yine aydınlanmamıştı.
Her taraf sis ve duman içinde kimse kimseyi seçemiyordu.
-Hemen aydınlansa etraf ne iyi olur.
-Herkes bir birini tanır. Yoksa bu durumda kimse kimseyi tanımıyor’ dedi.
-Kim bu insanlar? Neden koşuşturuyorlar?
Ayaklarına baktı. Şarap şişeleri, cips poşetleri, bardaklar ayaklarına takılınca, bu kez hemen yanlarında duran, ters dönmüş kitaba gözleri takıldı.
Bende seni arıyordum kaç zamandır, neredeydin sen? Neden kayboldun?
Yavaşça eğildi yere kitabı eline aldığında, perdelerdeki yarasaların yavruları bu kez ses çıkararak, odada uçuşmaya başladı.
Yine raks ediyordu toz taneleri odanın içinde.
Kitabın üzerindeki tozu elleriyle sıyırdı, üfledi ve kitaba bakarak;
-Evet, kavuştuk seninle yine nerelere gizlendin sen? Anlat bakalım.
Kitap dile geldi.
-Merhaba ben İsimsiz Adam.
-Evet, çok özledim seni. Ama bakıyorum toz içinde kalmışsın?’
-Okumayı bırakınca bende üzüldüm, kendimi tozun toprağın içine attım.
Öyle diyelim.
-Evet, haklısın ama gözlüğümü kaybettim de! Biraz da yaşlılık!
O sırada kapı çalar.
Adam şaşırır.
Kitap dile gelir yeniden;
-Kapıya baksana kimmiş gelen.
-Gir.
Annesi yavaşça kapıdan içeriye süzülür, oğlunun omuzuna dokunur. Ona seslenir.
-Oğlum, uyurken kitabını yere düşürmüşsün.
-Hatta neskafe bardağın, cips poşetleri hepsi yerde.
Eğilir, yerden kitabı alır.
-Aaa, sende mi Çivili Kadın’ı okuyordun?
-Evet anne.
-Hadi iyi uykular yavrum.
-İyi ki uyandırdın anne.
-Çünkü evin için yarasalar ile doluydu?’
-Yarasalar mı?’
-Yok anne onları az önce rüyamda gördüm.
-4 odalı, iki banyolu, geniş salonlu muhteşem evde, yarasa mı olur?
-Hadi sırtını iyi ört.
-Bu gece hava serin!
-İyi geceler sana.
İyi geceler, iyi rüyalar…
Hayat, bir rüya değil midir?
canemregündem.com