Can Emre
BALIKÇI VE OĞLU
Gecenin sessizliği her yanı sarmış, denizin ortasında balıkçı fenerleri siyah geceyi aydınlatırken yavaş yavaş gündoğumu gerçekleşmek üzereydi. Hava serin ve pusluydu. Yaşlı balıkçı her zamanki gibi nasırlı ve soğuktan adeta kaskatı kesilmiş elleri ile kürek çekerken, oğlu da aynı anda oltasının misinesinin ucuna canlı canlı taktığı küçük hamsi balığı yemi ile yeni avlara yelken açıyordu.
Ama gecenin o vaktine kadar üç beş balık haricinde balık tutamamışlardı. Balık derinlere çekilmiş, kontrolsüz avcılık adeta balık neslini tüketmişti. Denizlerde balık bulmak daha da zorlaşmıştı bu işle uğraşan emekçiler için.
Serin ve puslu havada diğer balıkçılar da aynen balıkçı ve oğlu gibi boşuna kürek çekmişlerdi. Bırakınız satmayı, evlerine götürecek kadar kayıklarında balık yoktu! Sadece yanaştıkları iskelede her gün onları bekleyen kedilerin nasipleri kadar, her biri üç beş balık tutabilmişlerdi. Tutulan balıklar da onların kısmetiydi. Bugün sadece denizlerdeki balıklar mı tükendi?
Hayır. Her şey tükendi. Umut ve gelecek de…
Hatırlarım, çocukluğumda babannem ile gittiğimiz Bandırma’nın Kurtuluşu 17 Eylül Bayramı’nda, bugün eski iskele ve çevresi daha doldurulmadan, limanlaşmadan önce o sabah bayram için erkenden çarşıya inilir; balıkçıların tuttukları ve hıncahınç palamut dolu sandallarından çifter çifter palamutlar alınarak, onlarla birlikte Cumhuriyet Meydanı’ndaki gazinoların tahta sandalyelerinin arkasına balıklarımızı asıp bayramı öyle seyrederdik.
Bizim gibi herkes oturduğu tahta sandalyelerine balıklarını asarak bayramı izlerdi. Adeta balıklar da bayram ederdi. Bolluk ve bereket tüm insanların karınlarını doyurması için adeta bize sunulmuş ‘piyangodan çıkmış büyük ikramiye’ gibiydi.
Peki ya bu gün? Ne oldu da artık amorti bile tutturamıyoruz?
Hele komşuluk ilişkileri bugünkü gibi suni değil; dostluklar çıkar üzerine kurulmazdı. Hatta o yıllarda evlerde televizyonlar yoktu. Büyükler sabahları birbirlerine kahve pişirip hoş sohbet muhabbetler ederken; çocuklar oyunlarıyla mahalleyi coştururdu. Okul zamanlarında yine çocuklar, birbirleri ile ders yapmak için evlerde toplanır; “Yerli Malı Haftasında” bolluk ve bereketin getirdiği tüm yiyecekleri hep birlikte sınıflarda eğlenerek yerlerdi.
Bugün yerli malı haftasını kutlayacak “Yerli Malı” ürün kaldı mı? Çünkü onları da tükettiler, yok ettiler.
Ayrıca, saklambaç, yakan top, birdir bir, ip atlama gibi oyunlar sabahtan akşam ezanına kadar oynanır; aileler, bugünkü gibi çocukları için endişelenmezdi. Çünkü herkes birbirine güvenirdi. Bahçe kapıları, sokak kapıları hatta yazın pencereler hiç kapanmaz; evlerin arka bahçelerinde akşamları kitaplar okunur, bulmacalar çözülür, çaylar içilerek çerezler ve meyveler yenirdi. Özellikle yazın tatilde babam bana kitaplar alırken; aynı zamanda, bir sonraki yıl okutulacak derslerin işlendiği tatil kitaplarını da almayı ihmal etmezdi. Kalın kırmızı kaplı ansiklopedi gibi kitaptı.
Hiç unutmam o yılları. Ne güzeldi!
O devirde lümpenlikten burjuvaziliğe terfi edip şaşıran, vasat, eğitimsiz insanlar yoktu. Çünkü bugünkü gibi Atatürk ve onun ilkeleri yok sayılmaz, onun gençliğe emanet ettiği ilkeler ve Cumhuriyet’e sahip çıkıp koruyan zaten anne ve babalarımız, amca ve dayılarımızdı. Çünkü onlar Atatürk’ün ülkeyi amanet ettiği gençlerdi. Ülkesini seven, çalışkan ve en önemlisi Atatürk’ün bu ülkeyi kurmak için ortaya koyduğu çabaları canlı canlı yakından bilen insanlardı. Öyle büyüdük biz. Şımarmadan, ilkeli ve dürüst. Atatürk sevgisi ile.
Çok iyi hatırlarım. Cumartesi ve çarşamba günü kurulan pazara civar köylerden sebzeler, meyveler eşeklerin selelerine doldurulup pazara getirilirdi. Çınarlı Mahalles’inde eski Çarşamba pazarına yakın oturan ben, küçük çocukken Dutliman köyünden eşeklere yüklenmiş meyveleri ve sebzeleri gördüğümde, mahallemizden pazara inen köylü amcalar bize mutlaka, meyve vermeden pazara inmezlerdi. Yazın meyve, kışın özellikle pırasa ve karnıbahar yüklü eşeklerden bizim nasibimize sebzelerde düşerdi. Bolluk ve bereket yetmişli yıllarda su gibi taşıp cadde ve sokakları adeta yıkıyordu. Pazarlar meyve ve sebzelerle yıkılıyordu.
Hem balık hem et hem de sebze ve meyve boldu. Babam manifaturacı olduğu için cuma günü kurulan Edincik pazarından haftalık et ve kıymamızı kilolarca getirir; kirazlar evimize sepetlerle gelirdi. Yine pazar günü kurulan ve öğlene kadar süren Aksakal pazarından karpuzlar, kavunlar şeftaliler adeta bir kamyon dolusu getirilirdi. Çok güzel, neşeli ve huzurlu yıllardı. Çünkü sahtecilik yoktu. O devirlerde süt’e su katmak kimsenin aklına gelmezdi. Herkes birbirine güvenirdi.
Şimdi arının yaptığı “Bal’a” bile güven kalmadı. Tarlalar, ağaçlar, bitkiler yok edilirken, fabrikalar satıldı! Şimdi, kime güveneceksin?
Geçmişte hepimizin evine kilolarca giren balık, et, sebze ve meyveler bugün artık tek tek giriyor. Bakar mısınız bu günkü durumumuza? Nereden nereye geldik? Acımasız bir düzenin pençesindeyiz. Peki neden böyle olduk? Ne ara bozulduk?
Hatta çok acıdır. Bugün geçmişte kilolarca yediğimiz balığın kılçığına bile hasret kaldık, biliyor musunuz?
Meyvenin, sebzenin de öyle. Filmin en acıklı tarafı da aslında burası biliyor musunuz? Bugün hiçlik duygusu yaşıyoruz. Hatta, yokluk!
Acı değil mi? Hem de çok acı ‘Arnavut’ biberinden bile!
Uzun zaman önce değişen iktidar ile birlikte sermaye de yavaş yavaş el değiştirdi. İktidar kendi sermayesini yaratarak yine kendi burjuvazisini ortaya çıkardı. (Sakın, burjuvazi ile entellektüelliği, lütfen karıştırmayın ).
Sen emektar bi balıkçı olarak nasibin için bir kaç balık yakalarken, iktidar ile lümpenlikten burnuvaziye terfi edenler, onlarca hatta yüzlerce motorlarıyla açık denizlere giderek, senin üç-beş balık tuttuğun yerde onlar; yüzlerce, binlerce hatta onbinlerce balık tuttular. Yetmedi, deniz diplerini taradılar. Kontrolsüz avlanarak balık neslini bitirdiler. Doyumsuz oldu insanoğlu.
Çünkü doymadılar. Doyacak gibi de değiller. Halen de sömürüyorlar biliyor musunuz? Denizlerde balık; tarlalarda sebze; ağaçlarda meyve; kasaplarda et; evlerde huzur bırakmadılar…
Yetmedi, ormanları yaktılar. Denizleri kirlettiler. Kuşları vurdular. Covid ile insanları öldürdüler. Ambara dadanmış tilki gibi her yeri talan ettiler.
Şimdi onlar güçlü sermaye yapısı ve zenginlikleri ile dünyanın en pahalı ve sosyetik mekanlarında havyar, ahtapot ve kalamar yiyip üstüne de en pahalı şarapları, viskileri götürürken; sen, bu lümpen burjuvazinin dünyayı paylaşması, kontrolsüz avcılık ve açgözlülüğü nedeniyle, balık değil balığın kılçığına layık görülerek yeri geldiğinde o kılçığı bile bulamıyorsun.
Ne kadar acı biliyor musunuz?
Yerli malı haftasından balık kılçığına kadar düşen insanoğlunun acıklı öyküsü. Bunun adı da bu gün “vahşi kapitalizm” oluyor. Biliyorsun, değil mi? Bilmiyorsan da çevrene bak ama güneş gözlüğünü çıkartarak. Net ve berrak gör! Çünkü bunlar etrafı sis ve toza buladılar, yaptıkları görülmesin diyerek. Hatta bazılarının gözlerini ceplerindeki dolarla kapadılar. Bazılarına ise kılçığın yanına, rakı, şarap ve votka yollayarak güneşi gölgelediler.
Sermaye, sözde daha doğrusu lümpenlikten burjuvaziye atladığını sanan siyah takım elbiseli, beyaz gömlekli, kısa İtalyan paça tarzı giyinen vasat, görgüsüz, eğitimsiz yeni zenginlerin doymak bilmeyen zevk-i sefa durumları bugün geldiğimiz durumun aynası ve açıklamasıdır.
Onlar kendilerine kalamar, ahtapot, pahalı viskileri layık görürken; sana görülen ise bu düzende ancak balığın kılçığı kalıyorsa, burada yanlıştan çok kendi düzenlerini kuranların sana karnını doyurmak için önüne attığı kılçıklara eyvallah diyerek; “En büyük patron bizim patron. Sen çok yaşa patron. Bizi bırakma patron diyorsan”, bence sen o kılçığa bile layık değilsin.
Evet değilsin.
Senin beklentilerin, rant sevdan, onun gibi olmaya özenmen, vasatlığın, eğitimsizliğin, çocukken görmediğin ilgi ve şefkat, bugünkü düzenin yaratılmasına vesile oldu. Kılçığa bile “Çok yaşa patron, sen bir tanesin, başımızdan eksik olma!” diyen zihniyet; gün gelecek o kılçığı bile bulamayacak. Çünkü bu sermaye gidip el değiştirdiğinde başka sermaye sana yaşam hakkı tanımayacaktır.
Evine bir tek meyve, bir tek patates-soğan ve bir iki balık götürenler hayıflanmasınlar. Lümpenlikten Burjuvaziye terfi edenleri siz kutsadınız. Siz baştacı yaptınız. O da “eyvallah” dedi. Şimdi size racon kesiyor. Onun üzerine elbiseyi siz diktiniz. Gömleği siz giydirdiniz. Boynuna atkıyı siz taktınız. Hatta onu ilahlaştırdınız! Şimdi artık hiç hayıflanmayın, ambarınızdaki tahıllar yanıp kül olurken. Seni balık kılçığına mahkum edenleri kutsarken, bu günleri düşünecektiniz!?
Artık onun kestiği raconu da sineye çekeceksiniz! Balığı, kalamarı, istiridyeleri onlar yerken, sus payı balık kılçıklarını gönderip ona tamah edenler, sizin yüzünüzden bugün ülke olarak “dönülmez akşamın ufku”nu yaşıyoruz.
Balıkçı küçük de olda sermayedar. Küçük hamsi balığı yem. Peki, kılçığa mahkum olan sen kimsin?
Gerçek dünyada balıkçı ve oğlu gariban bir emekçidir. Düzenin içinde erir. Ama lümpenlikten burjuvaziliğe terfi eden ise ben entelektüelliğe geçtim dese de inanmayın.
Çünkü entellektüellik parayla, pulla, dolarla olmuyor. O başka bir seviye. Sen, ben küçük bir çocuktum. Top oynadım acıktım. Buldu beni bir alageyik… simit sattım, gazoz sattım, karamela sattım desen de filmin sonunda büyük puntolarda yazdığı gibi:
“Her burnuvazinin mutlaka lümpen bir yanı vardır”. sözü gerçektir.
Şöminenin başında Havana puronu yakıp, pahalı viskiler içmek, pahalı markalı elbiseler giymekle entelektüel olunmuyorsa; zengin olmak da kimseyi uygar yapmıyor.
Gelelim denizlerdeki balığı kim bitirdi, yedi.
Kim olacak? tabi ki ‘Kedi’!
Bugünkü düzeni kendileri için kazanç kapısı gören zihniyet, balık kılçığını kendisine layık görüyorsa; denizlerdeki balığı yiyen, soyunu kurutan ‘Kediler’ bile unutmayın, kılçık yemiyor.
Filmin sonunda kim av? Kim avcı? Kim oltanın ucundaki küçük hamsi balığı? Ve kim kılçık yalayıcı hepsini gördünüz. Unutmadan, yönetmen şunu unutmuş filmde:
Deniz, bitti artık…
Denizi göstermeyi unutmuş?
Ve tabi her gecenin sabahı gibi bizim gariban emekçi balıkçı ve oğlu yine kendi rızıkları için soğuk, karanlık ve bilmedikleri denizlere açılarak, mücadelelerine devam edecekler.
Film biter, ardından bir yazı belirir ekranda. Hızlı geçer ama yazıyı hemen okudum.
Şöyle diyor; ‘ben küçük bir hamsi balığı olsam da, nihayetinde kılçıklı bir balığım. Beni yemek isterken, kılçığım her an boğazına batabilir. Dikkat et. Küçük görme’.
Bir kaç gün sonra televizyon haberlerinde ‘Son Dakika’ yazısı geçer.
‘Müstesna insan, denizlerin kralı, büyük patron, gariban dostu, balık yerken boğazına kılçık kaçması sonucu vefat etmiştir’.
Dedim size küçük hamsi diye geçmeyin. Ceo’ları, patronları da, yere serebilir. Yok edebilir.
Haberlerde şu yazıya takıldım; ‘gariban dostu’!?
Eskiden o palamutların tadı neydi öyle?
Afiyet olsun!
Can EMRE