12 EYLÜL DARBESİ ARA REJİMİ

1
510
12 Eylül 1980
12 Eylül 1980

12 EYLÜL DARBESİ ARA REJİMİ

Darbe…

12 Eylül darbesiyle birlikte yaşanan ara rejim dönemi ve 1990′lı yıllardaki koalisyon hükümetleri dönemi Türkiye’nin kayıp yılları olarak kabul edilebilir.

1983-1991 arası Özal dönemi hariç Türkiye siyasi, ekonomik, toplumsal vb. alanlarda enerji kaybı yaşamıştır. 1990-1991 SSCB’nin dağılmasıyla birlikte dünya yeni bir düzene geçerken Türkiye bu düzende alması gereken yeri alamamıştır.

12 Eylül 1980 Darbesi

Bilindiği gibi gerek 1960, gerekse 1971 müdahalesinin temel gerekçeleri, müdahale sonrası yayınlanan bildirilerle, kardeş kavgasına sürüklenen ülkedeki kötü gidişi durdurmak olarak açıklanmıştı. Halbuki 27 Mayıstan önce böyle bir kavga ve ölen tek kişi yoktu. 12 Mart öncesi için de hemen hemen aynı şeyi söyleyebiliriz. Fakat 1971 Müdahalesinden sonra olaylar çığ gibi büyüyecek, gerçekten de ülkede kardeş kavgası provaları yaşanacaktır. 12 Eylül’e yaklaşırken ölüm sayısı günde ortalama 20 kişiye ulaşmış, kamplaşmalar kurtarılmış bölgeler, kitlesel cinayetler halkı canından bezdirmişti.

Bütün bu olaylar sıkıyönetimin hakim olduğu askerin yetkilerinin arttırıldığı bir dönemde yaşanıyordu. Buna rağmen bezmiş olan halkın önemli bir çoğunluğunda, artık silahlı kuvvetlerin yönetime el koyması ve ülkeyi kurtarması gerektiği anlayışı hakim olmaya başlamıştı. Gerçekten de 11 Eylül günü akan kan 12 Eylül’ den sonra giderek kesildi. Daha 1979 yılı Aralık ayında, yani Demirel Hükumetinin güvenoyu almasının hemen akabinde, generallerin müdahale kararı aldıkları fakat şartların iyice olgunlaşmasını bekledikleri ifade edilmektedir. Nitekim 27 Aralıkta köşke çıkan generaller, bir uyarı mektubunu hükümete verilmek üzere Cumhurbaşkanına teslim ettiler. 1979 yılı dünyada da önemli gelişmelere sahne olmuştu.

İran’da Humeyni’nin iktidara gelmesi, Sovyetlerin Afganis­tan’ı işgali İngiliz gazetesi The Guardian’ın yorumuyla Türkiye’nin stratejik önemini sadece NATO’nun güney kanadı açısından değil, fakat bütün Batı için daha da arttırıyordu. Oysa Demirel ne Türkiye’deki üslerin Hızlı Müdahale Gücü tarafından kullanılmasına, ne de Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına geri dönüşüne onay veriyordu. İran Devrimi akabinde Türkiye’ye dış yardım akışı başladı. 24 Ocak kararları alındı ve IMF’ye başvuruldu. Kararlar yukarıda belirttiğimiz gibi IMF önerilerinden daha keskindi ve Türkiye’deki mevcut siyasi atmosfer içinde uygulanması zordu. Haziran 1980′de komutanlar müdahalenin Temmuz ayı içerisinde yapılması kararını aldılar. Fakat CHP’nin verdiği bir gensoru önergesinin reddi ve Türkiye’nin borçlarının ertelenmesi ile ilgili bir toplantı, müdahale tarihinin ertelenmesine neden oldu. Bir anlamda güven tazelemiş olan hükümeti devirmek, darbenin meşruiyeti hususundaki itirazları arttıracaktı.

Bu günlerde ülke gündemini meşgul eden bir olay da Cumhurbaşkanlığı seçimi idi. 6 Nisan’ da Fahri Korutürk’ün görev süresi dolmuş, İhsan Sabri Çağlayangil Cumhurbaşkanı vekili olmuştu. Köşk için AP ve CHP ikisi de 12 Mart içinde farklı şekillerde yer almış emekli generalleri aday gösteriyordu. AP’nin adayı Faik Türün 12 Mart döneminde sıkıyönetim komutanı olarak görev yapmıştı. CHP’nin adayı Muhsin Batur ise muhtıranın mimarlarından biriydi. Demirel’in kendisini deviren Muhsin Batur’u, solun ise Ziverbey Köşkü generalini kabul etmesi mümkün görünmüyordu.

Nisan-Eylül arasında meclis 5 ayda 115 turluk oylama yapmasına rağmen Cumhurbaşkanını seçemedi. Askerler ise olan biteni sessizce izlediler. 12 Eylül sabahı Genelkurmay başkanı Kenan Evren ve dört kuvvet komutanı emir komuta zinciri içinde Türk milleti adına yönetime el koyduklarını devlet televizyonundan açıkladılar. Gerekçe yine kardeş kavgası idi.  Aynı gün bütün ülkede sıkıyönetim ilan edilmiş, partiler resmen kapatılma­sa da siyası parti liderleri gözetim altına alınmıştı. (Türkeş bir gün sonra teslim oldu).

Kenan Evren’in devlet başkanı ilan edildiği 13 Eylülde sendikacılara teslim olmaları çağrısında bulunuldu, grevler durduruldu. Daha sonraki günler bazı milletvekillerinin de içinde bulunduğu tutuklamalar yapıldı.  İleriki günlerde devam eden tutuklamalar neticesinde 43 bin kişi gözaltına alındı. 3 milyon mermi ile birlikte 734 bin silah ele geçirildi. Birçok kişi fişlendi. Birçok dava açıldı, pek çok idam karan alındı. İlk infazlar sonradan suçsuz olduğu ifade edilen sağdan Mustafa Pehlivanoğlu ve soldan Necdet Adalının 8 Ekimde idamları idi.

Darbenin hemen akabinde Avrupa Topluluğu demokratik düzene geçilinceye kadar Türkiye ile ilişkilerini dondurmuştu. Çeşitli Avrupa kurumlarına Türkiye’deki insan hakları ihlalleri ile ilgili şikayetler gelmeye başlamıştı. Evren’in dış politika açısından önemli ilk icraatlarından birisi ise, karşılığında herhangi bir taviz almadan, Yunanistan NATO’nun askeri kanadına dönüşü ile ilgili Türk vetosunu kal­dırması olmuştu.

Evren ve kuvvet komutanı olan Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin ant içmelerinden sonra, 20 Eylülde eski deniz kuvvetleri komutanı Bülent Ulusu Hükümeti kurmakla görevlendirildi. Ertesi gün açıklanan kabinede 24 Ocak Kararlarının mimarı Turgut Özal başbakan yardımcısı olarak görev alıyordu. 1981 yılı Ekim ayında, önce mevcut siyasi partiler yasaklandı ardından geçici anayasa açıklandı.

27 Ekim 1980′ de resmi gazetede Anayasa Düzeni Hakkında Kanun yayınlandı. Buna göre meclisin bütün yetkileri, 12 Eylül tarihinden itibaren yürürlüğe girmek şartıyla Milli Güvenlik Konseyine devrediliyordu. Kanunla konseyin alacağı kararlar hakkında dava açılamayacağı, 12 Eylülden sonra devlet memurları hakkında alınan kararlar ile ilgili yürütmeyi durdurma karar alınamayacağı, şayet Konseyin aldığı kararlar ile mevcut anayasa hükümleri çelişirse konsey kararlarının anayasa değişikliği olarak kabul edileceği bildirildi. Böylece konsey kendi yönetimine yasal meşruiyet sağlamış oluyordu.

27 Mayıs’ta olduğu gibi çeşitli meslek gruplarından 160 kişilik bir Danışma Meclisi oluşturuldu. Danışma Meclisi, Milli Güvenlik Konseyi ile birlikte Kurucu Meclisi meydana getiriyordu. Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı başkanlı­ğında bir komisyon anayasayı hazırlamakla görevlendirildi. Hazırlanan taslak konseyde gözden geçirildi. Anayasa taslağı temel haklara önemli sınırlamalar getiriyor, insanın değil, fakat devletin kutsallığını vurguluyordu. Toplumsal ve siyasal hayatta doğurduğu sıkıntılar sebebiyle üzerinde pek çok değişiklik yapılsa da günümüzde de yürürlükte olan bu anayasa 7 Kasım 1982′de halkoyuna sunuldu. % 91.5 gibi ezici bir çoğunlukla kabul edildi.

Bu sonuçta oylama öncesi ve sırasında yapılan yönlendirme, kontrol ve gizli baskıların rolü olduğu hakkında sonradan pek çok tartışma yapıldı. Aleyhte propagandaya izin verilmemesi, oy pusulalarının konulduğu zarfın şeffaf olması bunlardan bazılarıdır. Fakat halk 12 Eylül öncesi yaşanan ve darbeyi hazırlayan ortamdan o derecede korku ve dehşet duyuyordu ki bu durum anayasanın çoğunlukla geçeceğinin de habercisi idi. Üstelik katılımın düşük olduğu 1961 referandumunda olduğu gibi % 60′lık oy oranı bile sağlansa sonuç değişmeyecekti. Anayasanın 131 maddesine göre 2547 sayılı kanunla üniversitelerdeki faaliyetleri planlamak, yönetmek, denetlemek üzere Yüksek Öğretim Kurulu oluşturuldu. Kurumun akademik özgürlükleri kısıtladığı ve yok ettiği yolunda pek çok çevreden eleştiri almasına rağmen YÖK de, 12 Eylül anayasası gibi varlığını çok az değişiklikle günümüze kadar korudu.

Ayrıca 1402 sayılı sıkıyönetim kanununun genişletilmesi neticesinde bir daha kamuda görev alamaması koşulu ile birçok öğretim üyesinin görevine son verildi. İleriki yıllarda 1402′likler adıyla anılan bu akademisyenlere tekrar üniversiteye dönme izni verildi. Böylece her darbe sonucu görülen öğretim üyelerinin bir kısmının Üniversiteden uzaklaştırılması 12 Eylül darbesi ile de tekrarlanmış oluyordu. Darbe emir komuta zinciri içinde yapıldığı için, öncekilerden farklı olarak orduda bir tasfiye harekatına girişilmedi. Konsey üyesi generaller kuvvet komutanı olmayı sürdürdüler. Anayasanın kabulünden sonra seçim hazırlıkları başladı.

Daha önce seçimlerin 1983 sonbaharında yapılacağı duyurulmuştu. 12 Eylül sonrası kapatılan siyası parti başkan ve yöneticileri ile parlamenterler yeni kurulacak partilerde görev alamayacaklardı. Mayıs ayında ilk olarak Milliyetçi Demokrasi Partisi kuruluşunu açıkladı. Konsey, emekli orgeneral Turgut Sunalp’ın kurduğu bu partinin seçimlerde en fazla oyu alacağı kanaatinde idi.

Daha önce İnönü ile beraber çalışmış, 12 Eylül yönetiminde de görev almış olan Necdet Calp’in kurduğu Halkçı Partinin ise sol muhalefeti yerine getireceği düşünülüyordu. Bu şekilde birçok batı demokrasisinde görülen, Türkiye’ de de 1950-1960 döneminde yaşanan iki büyük partinin hakim olduğu siyası düzen ile zayıf koalisyon hükümetleri döneminin sona ermesi planlanıyordu. % 10 barajı uygulaması da bunu sağlamak için konulmuştu. Bu günlerde kuruluş müracaatında bulunan Büyük Türkiye Partisi kapatıldı, üyelerinden bir kısmı ise Zincirbozan’da mecburi ikamete tabi tutuldu. Erdal İnönü dahil, Sosyal Demokrat Partinin 21 kurucusu da veto edildi. Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi ise konsey tarafından şanslı görülmüyordu.

Daha sonra BTP’nin yerine Doğru Yol Partisi, MSP’nin yerine Refah Partisi kuruldu. MHP yerine de 7 Temmuz 1983′de Muhafazakar Parti kurulmuştu. Fakat siyasi partilerin seçime katılabilmesi için 30 kurucunun konsey onayını alması şart konmuştu. DYP, RP ve MP Konseyin vetoları sebebiyle seçimlere giremediler.  21 Eylül de bağımsızlardan ve çeşitli partilerden 719 milletvekili adayı adı geçen kuruluş tarafından veto etmişti.

6 Kasım 1983 seçimlerine gerekli şartları sağlayan üç parti girebildi. Konseye milletvekili adaylarını da veto etmek yetkisi verilmişti. Bu durumda partiler seçmenlerin karşısına eksik listelerle çıkabildiler. Seçimlerde kendisine şans tanınmayan ANAP % 45.14 oyla birinci parti oldu. 400 milletvekilliğinden 211′ini kazanan bu parti tek başına iktidara gelecek çoğunluğu sağlamıştı. HP % 30.46 oy ve 117 milletvekili, MDP % 23.27 oy ve 71 sandalye kazanmıştı. Seçimlerden hemen önce Evren, ANAP aleyhinde sözler sarf etmiş ve örtülü de olsa halkı bu partiye oy vermemeye çağırmıştı. Buna rağmen Turgut Özal’a hükümeti kurma görevi verilmesi kamuoyunda rahatlama yarattı.

Özal Dönemi

Milli Güvenlik konseyinin görevlendirdiği partisiz teknokratlardan oluşan Ulusu hükumetinde başbakan yardımcısı olan Turgut Özal, 12 Mart öncesinde DPT müsteşarı idi. Muhtıra sonrasında 1973′e kadar Dünya Ban­kası’nda çalıştı. 1979′da Başbakanlık müsteşarı olarak 24 Ocak kararlarını hazırlamıştı. 12 Eylül idaresi de 24 Ocak kararlarının takipçisi olmuştu. Genel anlamda bu kararlar istikrar programı olmanın ötesinde serbest Pazar ekonomisini ve Türk ekonomisinin bağlı olduğu uluslararası piyasalara entegrasyonunu amaçlıyordu.

Bülent Ulusu döneminde bu programın uygulamasına devam edildi. Türk parası birkaç kere devalüe edildi. Fakat ihracatta istenen artış sağlanamadı. Bu arada banker skandalları yaşanmış, Maliye bakanı Kaya Erdem olanlardan sorumlu tutulmuştu. Kaya Erdem ile birlikte Temmuz 1982′de istifa eden Özal, yukarıda belirttiğimiz gibi Mayıs 1983′te Anavatan Partisini kurarak, ilk genel seçim sonrasında başbakanlık görevini üstlenecektir.

Böylece uzun zamandan beri koalisyon pazarlıkları, istikrarsız ve kararsız hükümetlerle güçsüzleşen Türkiye ve Türk siyaseti, 1983 seçimleri sonrasında yeniden tek başına iktidar olgusu ile karşılaşıyordu. Önceki dönemlerde AP, MHP, MSP içinde ve CHP çizgisinde yer alan kişileri kendi partisine çeken Özal kabinesi 13 Aralık 1983′de cumhurbaşkanınca onaylandı. Fakat 1983 seçimlerine diğer partilerin katılamaması, Anavatan Partisinin seçimlerdeki başarısını gölge düşürüyordu. Yasaklar kaldırılarak gidilen 25 Mart 1984 yerel seçimlerinde ANAP % 41 oy alarak büyük bir başarı gösterdi ve bu sıkıntıyı aştı. İnönü liderliğindeki Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) % 23,4 oy oranı ile ikinci, DYP % 13,5 ile üçüncü parti oldu.

12 Ey­lül’ün İcazetli partileri % 7,1 oy alan MDP ve % 8,8 oyalan HP ise bu seçimlerden sonra dağılma sürecine girmiştir. MDP 4 Mayıs 1986 olağanüstü kongresinde kendisini feshedecek. Milletvekillerinden 14ü ANAP’a 21’i DYP’ye geçecektir. 21 milletvekiliyse yine kısa ömürlü Hür Demokrat Par­ti’yi kurmuştu. Bu arada siyasi yasaklı Bülent Ecevit de 1985 yılında eşi Rahşan Ecevit’ e Demokratik Sol Partiyi kurdurmuştu. SODEP de, aynı yıl Halkçı Parti ile birleşerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti adını almıştır, 1983 yılında kurulan MHP’nin fiilen devamı Muhafazakar Parti de, 1985 yılında Milliyetçi Çalışma Partisi adını alacak, 1993 yılından sonra ise tekrar eski ismiyle faaliyet gösterecektir. Görüldüğü gibi 1992/de bitecek olan siyasi yasaklar sebebiyle DYP,RP, DSP, MHP gibi partiler emanetçi liderler eliyle yönetiliyorlardı.

Fakat gerçek liderler, partileri lehine faaliyetlerini sürdürmekten geri durmayarak, bunları fiilen işlemez hale getirince, kaldırılmaları için SHP ve DYP harekete geçmiş, Evren de itirazının olmadığı mesajını vermişti. Siyası yasakların kaldırılmasına karşı olan Özal, özgürlükçü söylemine zıt bir tavırla konunun mecliste kabulü yerine referanduma sunulmasını kararlaştırdı, Nitekim konu 6 Eylül 1987′de referanduma sunulmuş ve kıl payı diyebileceğimiz bir oyla (%50.23) kabul edilmiştir. Referandumdan sonra Demirel, Ecevit, Türkeş, Erbakan partilerinin liderliğine yeniden seçildiler.

Partilerine dönen bu liderlerin şikayetlerine rağmen Özal, daha referandum sonuçları açıklanmadan erken seçim kararı aldı. 29 Kasım 1987 seçimlerinde oyları %36.31′e düşse de ANAP tekrar birinci parti oldu. SHP ikinci (% 24.74), DYP üçüncü (%19.14) parti seçilmişti. RP ve DSP ise % 10′luk barajın altında kaldılar. ANAP yeniden iktidara gelmişti, fakat bu hükümeti zor günler beklemekteydi. Ekonomik anlamda büyüme hızı devam etse de, kamu harcamaları dolayısıyla enflasyonla mücadelede yetersiz kalınmıştı. Aslında bu dönem, özellikle 1984 sonrası devletin küçülmesi, serbest piyasa, konvertibilite, özelleştirme çerçevesinde yapılan uygulamalar büyük bir değişim yaratmış, daha önce görülmeyen şekilde yatırım ve ihracat teşvik edilmişti.

Nakdi desteklerden, vergi indirimlerine kadar pek çok türde yapılan bu teşvikler neticesinde özellikle Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde giderek yeni iş adamları, iş çevreleri doğdu. Kendi ifadeleriyle bunlar ihracatı öğrendiler. Bizzat Özal iş adamlarını yurt dışı gezilerine götürerek bunların dış piyasalara açılmalarına öncülük etti. Böylece sadece birkaç büyük ilde ve sınırlı sayıda kişinin elinde toplanan sermaye Anadolu’ya yayıldı. Denizli, Gaziantep, Çorum gibi şehirler ihracatları ve yarattıkları istihdam alanları ile parlamaya başladılar. Büyük şehirlere doğru genişleyen iç göçün yönünü bir nebze de olsa değiştirdiler. Fakat bütün bu teşvikler kamu kaynakları kullanılarak yapılıyordu.

Mevzuatın sağlam esaslara oturtulmaması, oluşturulan çok çeşitli fonların kullanımının yeterince denetlenmemesi vb. sebeplerle, bu fonlardan kullanılan kaynaklar kötü niyetli ya da beceriksiz kişiler tarafından yanlış yerlere de sarf edilmiştir. Dürüst ihracatçı ve yatırımcı yanında hayali ihracatçılar, doğu ve güney- doğuda yapılacak yatırımlarda kullanmak üzere aldıkları teşvikleri amaç dışı alanlarda harcayanlar oldu. Türk ekonomisi Özal döneminde kabuk değiştirdi, fakat bunun gibi pek çok hatayı da sineye çekmek zorunda kaldı.

Özal Sonrası

Mart 1989′da erken yerel seçimler yapıldı. SHP % 28,2 oy oranı ile birinci, DYP % 25,6 oyla ikinci, ANAP % 21,9 ile üçüncü parti oldular. Seçim sonuçları ANAP için büyük bir yenilgi idi ve genel seçimlerin öne alınması tartışmalarını başlattı. Erken seçime karşı olan Özal, 9 Ekim 1989′ da görev süresi dolan Evren yerine Cumhurbaşkanlığı Köşküne çıktı. Kabineyi kurmakla Yıldırım Akbulut’un görevlendirilmesi ise Turgut Özal’ı parti ve hükümeti kontrol etmeye devam ettiği şeklinde haklı eleştirilere maruz bırakacaktır. 1980-1988 yılları boyunca İran ile savaşan Irak, Ağustos 1990′da Kuveyt’i işgal ederek birinci körfez krizinin başlamasına neden oldu. ABD’nin müdahalesi neticesinde, Ocak 1991′de de işgal ettiği yerlerden çekilmek zorunda kaldı. Kuveyt’e saldırı sonrasında Irak’a uygulanan ambargo sonucunda Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı kapatılmış, petrol fiyatları artmış, transit geçiş darbe yemişti. Uğradığı büyük ekonomik kayıplar sebebiyle Türkiye krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri oldu. Aynı olumsuz etkiler II. Körfez krizi zamanında da yaşanacak Türkiye ABD’ye verdiği desteğe rağmen zararlarını tazmin ettiremeyecektir.

Krizin bir başka etkisi de Kuzey Iraktaki otorite boşluğunun Türkiye için yarattığı tehlike ve şiddet olaylarındaki tırmanma idi. Saddam yönetiminin kendisini desteklemeyen güçlere, bu arada Kuzey Irak’taki gruplara yaptığı hareket sonucunda 36. paralel’in kuzeyi uçuşlara kapatıldı, Bölgedeki Kürtleri korumak adına 1991 yılında Adana’da Çekiç Güç oluşturuldu. Bu gücün varlığına rağmen Türkiye’de şiddetin tırmanması, Türk kamuoyunda Çekiç Güç’ün mevcudiyetinin Türkiye aleyhine olduğu şeklinde kanaat oluşmasına yol açtı. Fakat 2003 yılında kaldırılmasına kadar, 12 yılda 13 hükümet altı aylığına kurulan bu kuvvetin varlığını sona erdirmede başarılı olamadı. Özal hükümetleri döneminde Türkiye’de orta sınıfın güçlendirilmesi ana hedeflerden biri olarak sunulmuştu. Bir toplumda orta sınıfların kabarık sayıda olması, Aristoteles’ den beri batı düşüncesinde toplumsal istikrarın, demokrasinin teminatı olarak görülüyordu. Fakat yüksek enflasyon gerek her alanda yarattığı ahlak erozyonu ile gerekse orta sınıfın erimesine yol açması ile toplumsal dokuyu zayıflatıyordu.

İşte böyle bir ortamda toplumsal sorunlarla baş etme gücü gösteremeyen halkın bir bölümü dünyadaki eğilimlere de uygun olarak dini duygulara daha fazla sarılmaya başlayacak, bunun siyasette de yansımaları olacaktır. 20 Ekim 1991′de Türkiye bir kez daha erken genel seçimlere gitti. Uzun yıllar boyunca neredeyse bütün seçimler erken yapılacak, istikrara en çok ihtiyaç duyulan bu dönemde hükümetlerin ortalama ömrü ancak 16 ay olabilecektir. Seçim sonuçlarına göre Demirel liderliğindeki DYP 178 milletvekili ile birinci (% 27,3), Mesut Yılmaz liderliğindeki ANAP 115 milletvekili ile ikinci (% 24,1), SHP 88 milletvekili ile üçüncü (% 20.75) ve Milli Nizam Partisinden bu yana her kapatılışta oylarını arttıran Refah Partisi 62 milletvekili (% 16.88) ile dördüncü parti olmuştu.

Seçimler sırasında, MÇP-­Islahatçı Demokrasi Partisi-RP ile SHP de daha çok Kürt oylarına yönelen Halkın Emek Partisi (HEP) ile ittifak yapmıştı. Alınan sonuçlara göre sekiz yıllık ANAP iktidarı sona ermiş fakat hiçbir parti tek başına iktidar için gerekli çoğunluğu sağlayamamıştır.

Bu durum 1980 sonrası döneminin ilk koalisyonuna yol açtı ve Süleyman Demirel’in başbakanlığında DYP- SHP hükümeti kuruldu. Uluslararası alanda da önemli gelişmeleri söz konusu idi. Sovyetler birliğinde 1987′de başlayan Glasnost hareketi ile başlayan değişim süreci, 1990-1991′de Sovyetlerin dağılması ve Rusya Federasyonu’na dönüşmesi ile sonuçlanmıştı. Dünyanın çift kutuptan tek kutba yöneldiği bu yıllarda Türkiye kendi önünde yeni fırsatların açıldığını hissediyor, yöneticiler sık sık bunu dile getiriyorlardı.

Fakat iç politikasını istikrara kavuşturamayan, enerjisini 1950′lerin ortalarından itibaren suni iç politik gündemlerde harcayan Türkiye, stratejik planlamadaki yoksunluğu da eklenince realite ile örtüşen adımlar atamıyordu. 17 Nisan 1993′de Turgut Özal vefat etti ve Süleyman Demirel 16 Mayıs 1993′de Cumhurbaşkanı seçildi. 13 Haziran’da ise İstanbul milletvekili ve ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Tansu Çiller ilk kadın parti başkanı olarak DYP’nin liderliğine seçilecektir. 15 Haziran’da hükümeti kurmakla görevlendirilen Çiller, aynı zamanda Türkiye’nin ilk kadın başbakanı da oldu. Yaklaşık bir yıl sonra 27 Mart 1994′de yapılan yerel seçimlerde DYP % 21.79, SHP % 19.67 oy aldı. Seçimlerin galibi büyük şehirlerin çoğunun belediye başkanlığını kazanan ve oylarını % 22.40 çıkaran RP idi. İstanbul belediye başkanlığını kazanan Recep Tayyip Erdoğan’ın politika sahnesinde yıldızı bundan sonra parlamaya başladı.

Kasım 1994′de Erdal İnönü’nün ayrılması üzerine Murat Karayalçın SHP liderliğine seçilecek ve DYP-SHP hükümetinin başbakan yardımcılığına getirilecektir. Çiller başkanlığındaki yeni hükümetin önünde çözüm bekleyen başlıca meseleler terör, ekonomik sıkıntılar, işsizlik, sosyal güvenlik, sağlık vb. konulardı. Nitekim 27 Mart yerel seçimlerinden sonra ünlü 5 Nisan 1994 ekonomik kararları alındı. Aslında krizin sinyalleri 1993′ün sonlarında ihracattaki büyümenin durma noktasına gelmesi, cari açık ve makro ekonomik dengelerdeki bozulmayla kendini göstermiş, fakat gelişmekte olan diğer bazı ülkelerdeki gibi kriz doğru yönetilememiş ti.

Bir anlamda 24 Ocak anlayışına geri dönerek ekonomiyi düze çıkartmak isteyen hükümet sert kararlar alarak o zamana kadar yüksek tutulan doları % 38,8 oranında devalüe etti. Enflasyonu azaltma, lirayı dengeleme, ihracatı arttırma hedeflerini amaçlayan programın başarılı olabilmesi için yapısal önlemlere başvurulacağı bildiriliyordu. Bir takım tedbirler ve özelleştirme çalışmalarına rağmen program istenilen başarıyı sağlamamış, bu durum ileriki yıllarda yeni krizlerin habercisi olmuştur. Bu arada 1963′de İsmet İnönü’nün Ankara Anlaşmasını imzalaması ile başlayan Avrupa Birliği ilişkileri, 14 Aralık 1987′de Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyelik müracaatında bulunulması ile yeni bir safhaya girmişti. Avrupa Birliği Türkiye’nin siyasi, sosyal ve ekonomik durumunu gerekçe göstererek müracaatı kabul etmedi. Buna karşılık 1990 yılında ilişkilerin derinleştirilmesi için gümrük birliğini önerdi. Ocak 1996′ da AB ve Türkiye arasında Gümrük Birliği Anlaşması yürürlüğe girdi.

İşte bu çerçevede, askeri rejim sırasında oluşturulan 1982 anayasasında ilk kapsamlı değişikliğe gidilecektir. Sivillerin girişimiyle yeni bir toplum sözleşmesi yapmak yerine, sonraki yıllarda da 1982 Anayasası üzerinde sürekli değişiklik yapmakla yetinilecektir. Daha öncede belirttiğimiz gibi terör, yüksek enflasyon ve işsizlik, şehirleşememe vb. özellikle orta ve alt gelir gruplarının baş etmekte zorlandığı sosyo-ekonomik sorunlar vardı. Bunların bir türlü çözüme kavuşturulmamasının yarattığı bezginlik ve hayal kırıklığı halkın bir kısmını bir yandan din olgusuna, diğer yandan da farklı siyaset arayışlarına itiyordu. Mevcut siyasi partilerin, özellikle de DYP ve ANAP liderlerinin çeşitli şekil ve sebeplerle birbirleri ile kıyasıya çekişmeleri de halk tarafından hoş karşılanmıyordu.

Bu kısır çekişmelere, bazı çevrelerin haklı veya haksız, mevcut parlamenterlere yönelik güven aşındırıcı kampanyası da eklenince Refah Partisi giderek yükselişe geçti. RP’li başkanların bazı belediye hizmetlerindeki başarıları, halkla yakın ilişkileri de partinin yükselişinde önemli sebeplerden biriydi.

Nitekim 1995 erken genel seçimlerinden 158 milletvekili ve % 21.37 oy oranı ile RP birinci parti olarak çıktı. ANAP % 19.65 (132 vekil) ile ikinci, DYP % 19.18 ile (135 milletvekili) üçüncü oldu. Seçimlere 1995 yılı başında SHP ve CHP’nin birleşmesi ve ardından CHP lideri olan Deniz Baykal hü­kümetten çekilme kararı alması üzerine gidilmişti. Seçimlerin hemen sonrasında laiklik tartışmaları başladı. RP ağırlıklı bir hükümetin ortaya çıkmasını önlemek amacıyla başarısızlıkla sonuçlanan çeşitli koalisyon arayışlarına gidildi. Nihayet ANAP-DYP’nin adeta zorla bir araya getirilmesi ile kurulan hükümet, üç ay gibi kısa bir süre sonra dağıldı. Bunun üzerine Necmettin Erbakan liderliğinde RP-DYP koalisyonu oluşturuldu. Yeni hükümet 8 Temmuz 1996′da da meclisten güvenoyu aldı.

Ancak Refah Partisinin sistem içi bir parti olduğundan kuşku duyan çevrelerin yoğun muhalefeti, bu koalisyonun da sonunu getirecektir. Bu süreç önce kumarhaneler kralı Ömer Lütfi Topal öldürülmesi, Yüksekova çetesinin ortaya çıkarılması ve arkasından 3 Kasım 1996′ da Susurluk skandalının patlaması ile başladı. 3 Kasım 1996′da Susurluk’ta meydana gelen bir kazada uzun zamandır güvenlik güçlerince aranan Abdullah Çaltı’nın bir polis şefi ve milletvekili ile birlikte olduğu ortaya çıkmıştı.

Olay kamuoyunda çetelerin ve mafyanın devlet içinde yuvalandığı şeklinde algılandı ve kontrgerilla-Gladyo kavramları yeniden gündeme geldi. Hükümetin yeterince önemsemez göründüğü bu bağlantıları protesto amacı ile başlayan eylemlerin yönü bir süre sonra irtica karşıtlığına dönüştü. Erbakan’ın dış seyahatlerinde öncelikle İran, Libya, Malezya, Endonezya gibi ülkeleri seçmesi, başbakanlık konutunda dini kisveli kişilere verilen yemek, bazı çevrelerin hassasiyetlerini zaten arttırmıştı. Bundan sonraki günlerde aniden ortaya çıkan ve sonradan kaybolacak olan bir takım dini grupların gösterileri, bazı tarikatlarla ilgili bir kısmı önceden çekilmiş görüntülerin televizyonlarda defalarca yayınlanması kamuoyunda infial yarattı. Kendilerini din adamı olarak tanıtan bazı kişilerin uygunsuz görüntüleri televizyonlardan adeta canlı olarak yayınlandı.

31 Ocak 1997′de Sincan’da yapılan Kudüs gecesi, 4 Şubat’ta Sincan’da askerin tanklarla gösterisine neden oldu. Nihayet 28 Şubat 1997 tarihinde MGK toplandı. Kurulda MİT raporuna dayanılarak radikal dinci faaliyetlerin ortadan kaldırılmasına yönelik 18 maddeden oluşan kararlar alındı. İzleyen günlerde bu kararlarlar çerçevesinde yedi bini aşkın kişi tutuklandı. Hükümet üzerinde de giderek artan baskılar üzerine bazı bakanlar ve milletvekillerinin istifaları süreci başladı. İstifa eden milletvekillerinin bir kısmı tarafından, ilk genel seçimlerde siyasi hayattan silinecek olan Demokratik Türkiye Partisi (DTP) kuruldu. Partinin lideri 12 Eylül döneminde Demirel’in emanetçisi olan Hüsamettin Cindoruk idi.  Erbakan henüz başbakanlık koltuğunda otururken, 21 Mayıs 1997′de Refah Partisi hakkında kapatılma davası açıldı.

Bu durumda Erbakan, koalisyon protokolüne uygun olarak başbakanlığı Çillere devretmek için 18 Haziran 1997 tarihinde Cumhurbaşkanına istifasını sundu. Böylece hem baskıları hafifletmek, hem de RP-DYP koalisyonunu sürdürmeyi amaçlıyordu. Fakat Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in yeni hükümeti kurmakla Mesut Yılmaz’ı görevlendirmesi üzerine RP-DYP hükümeti dağılacak, yerine 12 Temmuz’ da güvenoyu alan ANAP-DSP ve DTP hükümeti kurulacaktır.

Ocak 1998′ de Refah Partisi, laik cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri saptandığı gerekçesiyle kapatıldı, mal varlığına el kondu. Başta Erbakan olmak üzere partinin kapatılmasına sebep olan 5 parlamenterin milletvekilliğine son verilerek haklarında beş yıllık siyaset yasağı getirildi. Başsavcı Vural Savaş 2005 yılında Refah Partisinin aslında sistem içi ve devletçi bir parti olduğu anlamına gelecek açıklamalar yapsa da, 28 Şubat’ta başlayan sürecin bin yıl süreceğine dair beyanlarda bulunulmuştu. Mesut Yılmaz başbakanlığında kurulan ANAP-DSP-DTP 55. hükümeti döneminde Türkiye Nesim Malki, Erol Evcil, Alâeddin Çakıcı vb. kişilerin etrafında dönen skandallarla çalkalandı. Devlet hazinesini yağmalayan Susurluk benzeri birçok çetenin varlığı ortaya çıkmıştı.  Korkmaz Yiğit olayı ile gün yüzüne çıkan, başta banka ve medya ihaleleri olmak üzere mafyanın karıştığı yolsuzluklar hükümet hakkında gensoru verilmesine neden oldu. Gensorunun 314 oyla kabulü üzerine, 25 Kasım 1998′de 55. hükümet düşmüştür. Birkaç teşebbüs başarısız olunca, 17 Ocak 1999′da Türkiye’yi seçime taşımak amacıyla meclisten güvenoyu alan Bülent Ecevit azınlık hükümeti kurulmuştur.

1998 Ekiminde kuvvet komutanlarının Suriye’ye sert çıkışı karşısında Abdullah Öcalan yıllarca yaşamasına izin verildiği bu ülkeden atıldı, Suri­ye’den sonra Rusya, İtalya, Yunanistan gibi bazı Avrupa ülkelerinde barınan Öcalan, nihayet 15 Şubat 1999′da, yani Ecevit hükümeti döneminde yabancı istihbarat örgütlerince Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edildi. Genel ve yerel seçimlerin birlikte ve 18 Nisan 1999 tarihinde yapılması önceden karar altına alınmıştı. Belirlenen tarihte yapılan seçimlere Öcalan’ın yakalanmasının yarattığı milliyetçi atmosfer damgasını vurdu. DSP % 22.17 oyla birinci, MHP % 17.98 ile ikinci parti oldu. Kapatılan RP yerine kurulan Fazilet Partisi %15.39 oyla üçüncü, ANAP % 13.22 dördüncü parti olmuştu. % 10 barajını aşamayan CHP ise, tarihte ilk kez meclis dışında kalmıştı.

Alınan sonuçtan sorumlu tutulan ve kendisine karşı partisinde tepkiler oluşan Deniz Baykal CHP liderliğinden istifa etti.3 Mayıs 1999′da meclisin açılışı ile beraber başörtüsü ile seçimleri kazanıp milletvekili olan ve başörtüsü ile yemin etmek isteyen Merve Kavakçı krizi yaşandı. Merve Kavakçı olayı üzerine 7.5.1999 tarihinde Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş tarafından Fazilet Partisi hakkında da, RP gibi kapatma davası açıldı. Parti Haziran 2001′de mahkemece kapatıldı ve yerine Saadet Partisi kuruldu.18 Nisan seçimleri sonrasında, Bülent Ecevit başbakanlığında 28 Mayıs 1999 tarihinde DSP-MHP-ANAP’tan oluşan Türkiye Cumhuriyetinin 57. Hükümeti kuruldu. Yeni hükümeti bekleyen sosyo-ekonomik ve siyasi önemli meseleler vardı. 1997 yılında Asya’da başlayan, 1998 yılında Rusyayı etkileyen ekonomik kriz, Türkiye’de de 1998 yılının son çeyreğinden itibaren hissedilmeye başlamıştı. 1998 sonlarında yaşanan iktisadi daralma, ertesi yıl da devam ederek 1999′un ilk yansında sanayi üretiminin yaklaşık % 4 azalmasına yol açtı.

Aynı yıl meydana gelen 17 Ağustos Marmara ve 12 Kasım Düzce depremleri sonrasında uluslararası kuruluşların yardımlarına rağmen sıkıntı derinleşerek devam etti. 2000 başlarından itibaren Türkiye borçlarını ödeyemez hale geldi.

Artan cari işlemler açığı, bankacılık sektöründe yaşanan kriz ve el koymalar, yabancı fonların Türkiye piyasalarından çekilişi, 22 Kasımda gecelik faizlerin ani yükselişi ve İMKB’de düşüş ile bir mini kriz yaşandı. 2000 senesi aynı zamanda, kamuoyunda hortumcu adı verilen kişilere karşı her gün yeni bir adla yolsuzluk operasyonlarının başlatıldığı bir yıldı. Alınan tedbirler neticesinde Türkiye Aralık ayında krizden çıkış eğilimine girmeye başlamıştı. Fakat MGK’nın 2001 Şubat ayı olağan toplantısı ertesinde daha büyük bir patlama ile geri döndü. Bu toplantı sırasında DSP-­MHP-ANAP’ın oyları ile Mayıs 2000′de Cumhurbaşkanı seçilen Ahmet Necdet Sezer ve Başbakan Bülent Ecevit arasında çıkan gerginlik, Bülent Ecevit tarafından kamuoyuna açıklanmıştı.

Kriz halka, Sezer’in anayasa kitapçığını fırlatması olayı şeklinde özetlendi. 21 Şubat günü gecelik faizler % 7500 gibi inanılmaz rakama ulaşmış, İMKB’de hisseler % 18,1 oranında düşmüştü.  Hükümet ilk tedbir olarak dalgalı kur politikasına geçtiğini açıkladı, dolar ilk anda 1 milyon liraya ulaştı, daha sonra da artmaya devam etti. Böylece daha ilk günlerden itibaren % 40′a varan bir devalüasyon ve cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik bunalımı ortaya çıktı.  Kasım ve Şubat krizlerinden sonra yaklaşık 15 bin KOBİ kapanmış, 1 milyon kişi işsiz kalmıştı, Türkiye’ de ilk defa bu dönemde pek çok eğitimli kişi de işini kaybetti.

Şubat sonunda Hükümet Dünya Bankası başkan yardımcılarından ve 1973-1976 döneminde Ecevit’in danışmanı olan Kemal Derviş’i Türkiye’ye davet etti. 1 Mart’ta Türkiye’ye gelen Derviş, 2 Mart’ta ekonomiden sorumlu Devlet Bakanlığı’na atandı. 14 Nisan’da Derviş tarafından “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” açıklandı.

Kısaca programın amaçları piyasalarda beliren güven bunalımı ve istikrarsızlığı ortadan kaldırmaktı. Bunun için mali sektörün yeniden yapılandırılmasını sağlanacak, devlette şeffaflık artırılacaktı, Ayrıca kamu finansmanının güçlenmesi temin edilecekti. Alınan tedbirlerle ekonomide rekabetin ve etkinliğin artırılması sağlanacaktı, Nihayet sosyal dayanışmanın güçlendirilmesi de güdülen amaçlar arasında idi. Bütün bu tedbirler için gerekli dış kaynak desteği ise IMF ile anlaşılarak sağlanacaktı.

Böylece tarihinin en kapsamlı ekonomik krizini yaşayan Türkiye, Derviş programı ile sorunlarının üstesinden gelmeye çalışırken, 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’nın New York şehrinde Dünya Ticaret Merkezinin bulunduğu ikiz kuleler vuruldu. Saldırılar ABD’de ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel boyutları ile bütün dünyayı etkileyecek bir şok yarattı. Tek kutuplu dünyanın bu en önemli olayının El-Kaide örgütü tarafından düzenlediği düşünülüyordu.

Saldırılar sonrasında girilen çatışma ortamı ilk olarak Af­ganistan’ı etkiledi. Irak, İran, Suriye, Kuzey Kore hedef ülkeler olarak gösterildi. Aslında Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra, batılı yazarlar bundan sonra çatışmaların ideolojik eksenli değil, din-medeniyet eksenli olacağını ifade ediyorlardı. Amerikalı siyaset bilimci Samuael Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” olarak dile getirdiği ve büyük yankı bulan bu tez, Balkanlar’da özellikle Bosna-Hersek’te doğrulanır gibi olmuştu.

11 Eylül sonrasında ABD, Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi’ni ortaya attı. Proje Fas’tan-Çin sınırına, Yemen’den-Kafkaslara uzanan bölgenin, yani büyük ölçüde İslam nüfusunun yaşadığı alanın; askeri, siyasi, kültürel ve ekonomik açıdan batılı güçlerin çizdiği bir plana göre yeniden düzenlenmesini öngö­rüyordu. Türkiye’nin de bundan etkilenmemesi imkansızdı.

Türkiye DSP-MHP-ANAP 57. koalisyon hükümeti döneminde 11 Aralık 1999′daki Helsinki zirvesi kararlan ile AB’den aday ülkesi statüsünü almıştı. Avrupa Birliği bundan sonra tam üyelik için yapılması gereken bir takım yasal düzenlemeler olduğunu ifade ediyor, koalisyon ortakları arasında bu düzenlemeler ile ilgili görüşmeler yapılıyordu. Öte yandan Irak’a müdahalenin ayak sesleri duyulurken, Türkiye’nin bu müdahalede alacağı tavır ve bu tavrın sonuçlan da tartışılıyordu. Türkiye kamuoyunda ise Derviş reformlarına rağmen giderek hükümetin ekonomik sorunları çözemeyeceği yönünde bir karamsarlık hakim olmaya başlamıştı.

İşte Avrupa Birliği ile ilişkiler ve ABD’nin Irak’a muhtemel müdahalesi gibi Türkiye’nin geleceği için çok önemli konular gündemde iken başbakan Ecevit’in hastalığı konusu ortaya atıldı. Aslında 2000 yılı Nisan ayından itibaren başbakanın hastalığı ile ilgili çeşitli rivayetler dolaşmaya başlamıştı. 2001 yılında üç ay süre ile tedavi gören başbakan Amerika yolculuğu öncesi bariz bir iyileşme göstermiş, ancak 4 Mayıs 2002 tarihinde tekrar hastaneye yatırılmıştı.

Bu durum siyasi bir hareketlilik doğuracak, çeşitli kesimler öncelikle yeni bir başbakan, sonra da erken seçim arayışına gireceklerdir. Hastanede yapılan 21 Mayıs liderler zirvesinden erken seçime gidilmeyeceği açıklaması çıksa da artık birçok çevrede seçimlerin gerekliliği tartışılıyordu. Bu çevreler, Cumhurbaşkanı Sezer’in Haziran ayında yaptığı AB zirvesine de, bakanlar kurulu toplantısına da katılamayan Ecevit’in sağlık durumunun, piyasalardaki dalgalanmanın da sebebi olduğunu düşünüyorlardı. 1 Temmuz’ da, Başbakan 2004 yılına kadar görevdeyiz açıklaması yaptı, Fakat üç gün sonra, yani 4 Temmuz 2002 tarihinde koalisyon ortağı Devlet Bahçeli 3 Kasım’ da seçime gidilmesi gerektiğini bildirince, Türkiye erken seçim atmosferine girdi. Bahçeli ileride bu kararına gerekçe olarak bazı çevrelerin MHP’siz hükümet senaryoları üzerinde çalışmalar yapmasını gösterecekti.

3 Kasım 2002 tarihli erken seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi % 34.28 oy alarak 362 milletvekili çıkardı. Seçimler siyaset bilimciler tarafından cumhuriyet tarihinin en büyük tasfiyesi olarak yorumlandı. Parlamentoda temsil edilen DSP ( % 1.22 ), MHP ( % 8.36 ), ANAP ( % 5.13 ), DYP   ( % 9.54 ), SP ( % 2.49 ) barajın altında kalarak parlamentoya temsilci gönderemediler. Buna karşılık 1999 seçimlerinde baraja takılan CHP aldığı % 19.41 oy ile parlamentoya 177 temsilci gönderdi.  Seçimlerde en büyük yenilgiyi DSP yaşamış, bu partiden koparılan milletvekilleri ile kurulan Yeni Türkiye Partisi ise ancak % 1.15 oy alabilmişti.

Oysa İsmail Cem liderliğindeki bu parti, Ecevit’in çekilmesini veya erken seçime gidilmesini isteyen çevrelerin umudu idi. ilk kez bu seçimlerde “Türkiye Komünist Partisi” adıyla bir parti halktan oy istedi, fakat sadece 59.180 ( % 0.19) oy alabildi. Asıl sürpriz yapan ise iş adamı Cem Uzanın kurduğu (% 7.25 oyalan) Genç Parti idi. Seçimler sırasında AKP’nin lideri Tayyip Erdoğan, Ziya Gökalp’tan okuduğu bir şiir dolayısıyla siyası yasaklı idi. 23 Ekim 2003 tarihinde yani seçimlerin hemen öncesinde de Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından parti hakkında kapatma davası açılmıştı. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen seçimlerin galibi yeni kurulan, fakat kadrolarında başta milli görüş olmak üzere eski sağ partilerde görev almış kişilerden oluşan AKP oldu. Aslında kamuoyu yıllardan beri yaşanan ekonomik sıkıntılara, yolsuzluklara, sivilleşememe ye, istikrarsızlığa tepkisini ortaya koymuştu.

Tayyip Erdoğan milletvekili olamadığı için, seçimler sonrasında yeni hükumeti kurma görevi Abdullah Gül’e verildi. 58. Hükümet 18 Kasım 2002 tarihinde kuruldu.

“Fakat CHP’nin de onay vermesi ile Siirt seçimleri önce iptal edildi, sonra yeniden yapıldı. Seçimlerde 3 AKP milletvekilliği kazanmış ve Tayyip Erdoğan da Siirt milletvekili olmuştu. Erdoğan’ın 11 Mart’ta yemin ederek göreve başlamasının ardından 58. Hükümet istifa etti ve yerine 14 Mart 2003 tarihinde onun başbakanlığında 59. Hükümet kuruldu. Daha ilk günlerden itibaren iş adamları, medya, aydınlar vb. bazı çevrelerin kendisine yönelik şüphesi ile karşılaşan Erdoğan kabinesi, bunları liberal söylemiyle aşmaya çalıştı. Fakat Türkiye’nin önündeki en önemli mesele Amerika’nın Irak’a yönelik harekatında Türk ordusunun ve Türk hava sahasının kullanılıp kullanılmayacağı, Türkiye’de yabancı askeri güçlerin konuşlanıp konuşlanmayacağı konusu idi.  ABD heyetleri ile yapılan uzun görüşmelerden sonra, meclise konu ile ilgili tezkere getirildi. 1 Mart 2003 tarihinde yapılan oylamada milletvekillerinin 264′ü kabul oyu kullanmış, ancak gerekli salt çoğunluğa ulaşılamadığı için tezkere reddedilmiştir.

Böylece Türkiye Irak harekatına dahil olmadı. Tezkerenin reddi ABD’de kızgınlık yaratsa da Irak’a müdahalenin akim kalmasına neden olmamıştı. Müdahaleden kısa bir süre sonra Türk tarafı, kendi kamuoyunda uzun zamandır şikayet konusu olan Çekiç Gücün faaliyetlerine AKP hükümeti zamanında son verdi. Türkiye’nin uzun yıllar süren Avrupa Birliği macerası ise 17 Aralık 2004′de önemli bir dönemece girdi. Bu tarihte tam üyelik sürecini başlatacak önemli bir aşama olan müzakere tarihi alındı. Nitekim uzun bir zamana yayılacağı tahmin edilen müzakereler 3 Ekim 2005 tarihinde başladı. Bu sürecin öncesinde ise 24 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs’ta Annan Planı oylaması yapılmış, Kıbrıs Türk tarafı ana vatandaki hükümetin de desteği ile plana yüksek oranda evet oyu vermişti.

Değerlendirme

Bu bölümde ele alınan 1960 sonrası dönem, Türkiye’nin kayıp yılları olarak görülebilir. Özellikle dönemin ortalarından başlayarak, herhangi bir savaşta ölen insan kadar, belki daha fazla insanımız hayatını kaybetmiştir. Çok acı bir şekilde Türkiye ve Türk insanı enerjisini kendi yapay iç sorunlarında heba etmiş, sosyo-ekonomik olarak büyük kayıplara uğramıştır. Sadece Türkiye’nin tarihinde görülen bir durum da olmayan ve bir anlamda sendrom olarak adlandırılabilecek böylesi bir sürecin bu denli uzaması veya bazı çevreler tarafından sürdürülmeye çalışılması

Türkiye’nin istikrarsızlaşması ve güçsüzleşmesinden başka bir işe yaramamaktadır. Halbuki dağılma sürecinde benzer sancıları daha ağır yaşayan yanı başımızdaki büyük komşumuz Sovyet Rusya, bu süreci çok kısa bir sürede atlatarak yeniden dünya devi olmaya başlamıştır. Türkiye’nin de, soğukkanlı olarak dünyayı ve kayıplarını yeniden değerlendirmesi ve birinci sınıf devlet bilinci ile hareket etmesi gerekmektedir.

Kaynak: Ayfer Özçelik, 1960’dan Günümüze Türk Siyasal Hayatı, Yakın Türk Politik Tarihi

canemregündem.com

1 YORUM

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here